BÜYÜK VALİDE HAN

İstanbul’un müze ve saraylarına kimsenin diyecek lafı yok. Ayasofya, Dolmabahçe, Galata, Haydarpaşa.. Hepsi muhteşem ve İstanbul’u İstanbul yapan yapılar. Ama bir de kıyıda köşede kalmış hanlar var ki.. Herkesin bilmediği, hatta çoğunun kapısı bile bilinmeyen içinde kocaman bir tarih saklayan karanlık bir kutu gibiler. İşte Büyük Valide Han bunlardan biri.

İçinde kaybolmamak imkansız. Geçmişte kervanların konakladığı handa 250’yi geçkin dükkan yer edinmiş. Bazı dar ve karanlık girişlerin ucundan nereye çıkıldığını bilmediğinizden girmeye cesaret edemiyorsunuz. Bazı girişlerin önünde yavru kediler bekliyor, arkalarından hafifçe sızan ışık gölgelerini büyütüyor. Hanı aydınlatan pencereler tepede. Bazı bölümlerde hiç pencere yok. Hanın esnafı loş lambalarla aydınlatmış. Onlar burayı avuç içleri kadar biliyor. Hanı yaşatıyor ve koruyorlar. Girişte antika eşyalar satan bir dükkana uğruyoruz, içinde cevher var. İşletmecisi bayan hana hakim ve bize güzel bilgiler veriyor. Fotoğraf makinemizi görünce bizi manzara izleyebileceğimiz bir terasa götürebileceğini söylüyor.

 

Dar ve karanlık koridorlardan ilerliyoruz. Tepesinden gün ışığı süzülen 3 metrekarelik bölmede bir beyefendi kumaş dikiyor. Orası onun atölyesi,evet. Yanından geçiyoruz. Aralıkları ezberlemek zor. Önce bir odaya varıyoruz. Burası yakın süreçte sanat galerisi yapılacakmış. Minicik bir balkonu var ama manzarası harika. Galata köprüsününe bakan bu minik ve yıkık balkonda yandanki çay ocağından gelen türk kahvesini içiyoruz. Sade. Sirkeci’nin karmaşasının tam ortasında ama yalnız başımızayız. Köprünün üzerindeki araçların trafiğini ve balıkçıları izliyoruz. Yakındaki camii’den yayılan ezan sesini duyuyoruz. Güzel bir film seyreder gibi, keyifli ama aynı zamanda meraklı ve şaşkın.

Valide Han Tepesi

Büyük Valide Han, I. Ahmet’in eşi Kösem Sultan tarafından inşa edilmiş. Şimdilerde bu tarihi han, sadece kubbesinde fotoğraf çektirmek için ziyaret ediliyor. Ne yazık ki Valide Han’ın kubbelerinde zıplayarak fotoğraf çektirme modası alt kattaki dükkanlara zarar vermiş ve çökme tehlikesi yaşamış. Bu kısımda biraz düşünürsek, sırf moda uğruna üstüne zıplanıp fotoğraf çektirilen kubbe aslında bir tarihi eser. Ara ara güçlendirilmiş, boyanmış. Biz bu eserleri korumamız gereken yerde zarar veriyoruz. Hatta daha da ileri gidenler var. Esnaf bir bey diyor ki; ” Dört erkek kubbede zıplayarak fotoğraf çektiriyor. Burada çilingir sofrası kuran da var, dansöz getirip oynatan da…” Diyecek hiçbir şey bulamadık.

Siz siz olun, eğer burada fotoğraf çekecekseniz bile hanın içini mutlaka gezin. Esnafın önünden geçerken selamlaşın, konuşun. Valide Han’ın kubbelerinde zıplamayın. Birde hemen oracıktaki Kubbe İstanbul’a mutlaka uğrayın. Burası harika manzarası olan bir kitapçı. İçine girip, kitap okuyun veya bilgisayarınızla yarım kalan işlerinizi tamamlayın. İşletmecisi tarih ve hayvansever bir beyefendi. Emek verip keyifli bir mekan oluşturmuş. Giderseniz, sırnaşık sarı kediyi bizim için iki kere daha okşayın :))

 

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

 

 

İRLANDA GEZİ REHBERİ

Zümrüt Ada’dan Merhaba! Öyle bir ülke hayal edin ki; dünya’nın en retina zorlayıcı yeşilliği bu adaya bahşedilmiş. Uçsuz bucaksız çayır çimende koyunlar sığırlar otluyor. Hepsi özgür, yemek istedikleri kadar yeyip, istediklerinde çayırlara seriliyorlar. Tur otobüsünün penceresinden baktığımda farklı yerlere dağılmış sığırların sağa sola sallanan mutlu kuyrukları olmasa neredeyse hiç hareket etmediklerini düşüneceğim. Sanki pastoral bir tablo gibi herşey. Elimi uzatsam içine gireceğim ve herşeyin bir parçası olacağım. Bu muhteşem! İrlanda Gezi Rehberi başlıyor.

İrlanda Gezi Rehberi

İrlanda’nın hikayesi 1600’lü yılların başlarında protestan İngilizlerin bölgeye gelerek Katolik İrlanda halkını himayeleri altına almak istemeleriyle başlamış. 1916 yılında kurulan Katolik IRA’nın  yıllar süren silahlı mücadelesi sonucu, İngiliz sömürüsü en son 6 Aralık 1921’de sonuçlanmış. Ülke tamamiyle 2’ye bölünerek Kuzey İrlanda, Birleşik Krallığa bağlı kalmış. Güney İrlanda ise başkenti Dublin olmak üzere İrlanda Bağımsız Devleti adını almış. İra’nın (İrlanda bağımsızlık örgütü) bağımsızlık mücadelesi ile birçok kanlı olay yaşanmış. 2005 yılında silahlarını bırakan İra’nın kuruluşundan bu yana 3600 kişinin öldüğü çatışmalarda sona ermiş.

Nüfusunun neredeyse tamamı katolik olan ülke halkının geçim kaynaklarının ilki hayvancılık. İrlanda tamamıyla bir kır ülkesi. Topraklarının üçte ikisini çayır ve meralar oluşturuyor. Sığır yetiştiriciliği başta olmak üzere daha cılız bitki örtüsünde koyun yetiştiriyorlar.

Ülke ılıman bir iklime sahip, okyanus etkisi yüzünden her daim yağışlı. Bu sebeple ülkenin tamamı oldukça ıslak ve yeşil. Bunun yanı sıra çoğu zaman da sisli.

İki tane resmi dili vardır. Galce ve İngilizce. Okullarda İrlanda dili mecburidir. Ama halkın çoğu İngilizceyi ana dili gibi konuşur.

İrlanda’yı tariflemek aslında kolay. İngiltere’yi düşünün, içine çok daha yeşil, daha çok yağmur, siyah bira, barlar ve sıcak kanlı insanlar ve müzik ekleyin. İşte İrlanda bu!

İrlanda Gezi Rehberi

NE ZAMAN VE NASIL GİDİLİR?

Kuzeyde olması sizi şaşırtmasın. Bu adada sıcaklığın sıfır derecenin altına düştüğü gün sayısı çok az. Kışın sıcaklık ortalama 4-6 derece arası değişirken yazın 16-18 derece civarında. Yani yılın her dönemi gidilebilir. Yazın en sıcak zamanlarında bile gitseniz yanınızda mutlaka bir hırka, güneş gözlüğü, güneş kremi ve şemsiye bulunmalı. Hava tam anlamıyla değişken ve sürprizlerle dolu :))

Vize konusu şu şekilde; Ülkeye İrlanda vizesi yada İngiltere vizesi ile giriş yapabiliyorsunuz. Ancak son 6 ay içinde İngiltere’ye giriş yapmış olmanız gerekli. İrlanda Avrupa Birliği üyesi ülkesi olmasına karşın Schengen vizesi kabul edilmiyor.

Türk Hava Yolları’nın İstanbul’dan Dublin’e 4.5 saat süren direk uçuşları mevcut. Havaalanından şehir merkezine giden 2 otobüs firması var. Airlink ve Aircoach. Tek yön 7 euro. Ama eğer isterseniz (bence daha avantajlı) 33 euro vererek 72 saatlik sınırsız bilet alabilirsiniz. Bu bilet; havaalanından merkez (airlink) ulaşımı ve şehir içindeki tüm belediye otobüslerini sınırsız kullanım hakkı veriyor. Her otobüs durağının bir numarası var. Otelinize veya evinize en yakın otobüs durağının numarasını öğrenerek haritadan ineceğiniz yeri takip edebilirsiniz. Tüm otobüslerde ücretsiz internet bağlantısı mevcut. (evet,bu çok çok iyi haber) :)) Ayrıca telefonunuza Dublin Bus uygulamasını indirip kendinize rota oluşturabilir veya durağınıza giden otobüs saatlerini takip edebilirsiniz. Her duraktaki ekranlarda gelecek otobüsün dakikası yazıyor. Ulaşım gerçekten çok kolay. Otobüs,tur aldığınız günlerde yorgunluktan ölecekken ilaç gibi gelecek 🙂 Bu arada kartsız tek yön için 2 euro verdik. Otobüslerde para üstü verme gibi bir kavram da yok, unutmayın.

Bunun dışında Dublin yürüyerek çok kolay gezebileceğiniz bir şehir. Her yer en fazla 20 dakikalık yürüyüş mesafesinde. Bu yüzden 72 saatlik karta ihtiyaç duymayabilirsiniz. Bu arada bu kartı sadece havaalanının içindeki standlardan alabiliyorsunuz. Aşağıdaki örnek fotoğraftaki durak numarası 1942. Önünde duran otobüsler ise 13 ve 40

Turlar için buluşma yeri, Molly Malone Heykeli

NEREDE KALINIR?

Şehir çok büyük değil. Guinness’in bulunduğu yerden başlayarak Grand Canal’ın olduğu iş merkezleri bölgesine kadarki alanda konaklama araştırabilirsiniz. Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi Dublin’de de oteller biraz pahalı. Biz bu seyahatimizde nihayet Airbnb evinde kaldık. Ali’nin tüm endişelerine rağmen, 16 aylık bebekleri olan bir ailenin yanında konakladık. Ailenin türkçe karşılama notu, lokal restoran önerileri ve Sasha-Rose bebeğin hediyesi bu seçimi iyiki yaptık dedirtti. Evimiz Guinness bira fabrikasının hemen arkasındaydı. Eğer bu deneyimi sizde yaşamak isterseniz İdeal Airbnb Evi Bulma yazısına mutlaka göz atın :))

airbnb evi bulma

NASIL GEZİLİR?

Eğer ülkeyi tam anlamıyla gezmek ve tanımak istiyorsanız en az 5 gün ayırmalısınız. Biraz koşturmalı bir seyahat olsa da, adanın dört bir çevresini gezmenize yetecektir. Gitmeden önce internetten tur satın alabilirsiniz. Ayrıca birçok müze ve binalara giriş için de online bilet almak hem zamandan hem de nakitten tasarruf ettirecektir. Biz, gelmeden önce Kuzey İrlanda ve Batı bölgeleri turu için Viator‘dan bilet almıştık. Tur şirketlerinin çoğu Irish Day Tour’a bağlı. Buluşma yeri ve ayrıntılar için Satın alma işleminden sonra buluşma yeri ve ayrıntılarla ilgili bilgi maili gönderiyorlar. Ücrete yemek ve içecek ücretleri dahil değil. Gidilen yerler için mesafe uzun ve buluşma saati genellikle sabah 6:30’da. Dönüş saati çoğunlukla akşam 8:00’i buluyor. Yani çok ama çok yorulacaksınız. Atıştırma, kahve ve tuvalet molaları veriliyor panik olmayın. :))

Bizim programımız 4 günlüktü. Ama 5 yapsaydık çok daha rahat edecektik. Çünkü Cork şehrini ve Phoenix Park’ı göremedik.

1.GÜN :

  • Dublin Kalesi
  • Trinity Collage ve Old Library
  • Grafton Caddesi
  • Stephen Green Park
  • Temple Bar

2. GÜN :

  • Kuzey İrlanda Turu: Dunluce Castle, Giant’s Causeway, Carrick-a-Rede Rope Bridge, Dark Hedges ve Belfast

3. GÜN :

  • Batı İrlanda Turu- Galway Bölgesi : Cliffs of Moher, The Burren, Dunguaire Cestle (kinvarra), Galway

4. GÜN

  • Guinness Storehouse
  • Christ Church Cathedral
  • St. Patricks Cathedral
  • O’Connell Caddesi
  • Mary Caddesi

5. GÜN

  • Cork şehri turu (güney irlanda) yada Phoenix Park

Dublin Kalesi‘nin içine girmedik. Bence kaleye dışarıdan bakmak ve etrafında yürümek daha güzeldi. Kale 13.yüzyılda inşa edilip çok kez yenilenmiş. Zamanında Vikingler ve İngilizlerin kullandığı kale iyi fotoğraf kareleri oluşturuyor.

Trinity Collage, Jonathan Swift, Oscar Wilde ve Samuel Beckett gibi Dublin’li birçok ünlünün mezun olduğu prestijli bir üniversite. Kuruluşu 16.yüzyıla kadar dayanıyor. Kampüs alanı çok büyük ve yeşil. Farklı yerlerinde Dublin’li matematikçi, yazar veya siyasetçilerin heykelleri bulunuyor. 200 bin kitabın bulunduğu fantastik bir kütüphanesi var. Harry Potter’ın da çekimlerinde kullandığı kütüphaneye bakmaya doyamadım diyebilirim. The Old Library içinde aynı zamanda Book of Kells ‘in bulunduğu bir müze var. Book of Kells; Kelp rahiplerin MS 800 yılında yazmış olduğu 4 incilin bulunduğu el işlemeli kutsal kitap. Sırf bu sebepten Hristiyanların yoğun ilgisini görüyor. İçeri giriş 13 Euro.

Burası gerçek bir edebiyat şehri. Zengin bir edebiyat mirasına sahip. Unesco tarafından ”edebiyat başkenti” seçilmiş. Parklarda çimlere yayılmış gençler ellerindeki kalın kitapları okuyorlar. Her köşede hatta pubların içinde bile yazarların heykelleri çıkıyor karşınıza. Bu şehirde insan edebiyattan ölebilir. Şiir yazar şair olur, geleneksel irlanda hikayeleriyle roman yazar. O kütüphaneden çıkmaz, araştırmaktan öğrenmekten delirir. Okur, okur. Biraz Samuel Beckett’tan, biraz Oscar Wilde’den ama çoğu zamanda James Joyce’dan birşeyler. Kimse İrlanda’yı Joyce kadar anlatamasa da dener, yazar, karalar. Mutlaka elin kaleme kağıda değer. Bu ülke, bu şehir insana bunları yapar.

Grafton Caddesi, şehrin en ünlü caddelerinden biri. Sağlı sollu mağazaların bulunduğu trafiğe kapalı cadde alışveriş meraklılarının seveceği bir yer. Buradan yürüyerek Stephens Green Park‘a ulaşabilirsiniz. İçinde küçük bir göl ve çokça ördek göreceğiniz park en eskilerinden bir tanesi. Çimlerine uzanıp biraz dinlenebilirsiniz. Hazır şehrin bu tarafındayken, Las Tapas de Lola‘ya uğrayıp enfes tapaslarından yiyebilirsiniz. Dublin yeme-içme rehberini farklı bir yazı da anlatacağım.

Temple Bar, aslında bir bölge adı. Barlar bölgesi. Ama içinde Temple Bar adında bir bar da var. Ve burası turistler tarafından en çok fotoğraflanan popüler bir bar. Öncelikle şunu söylemeliyim. İrlanda’da bir pub’da eğer canlı müzik yoksa onu pub’dan saymıyorlar. Yani girdiğiniz tüm barlarda mutlaka canlı müzik oluyor :)) İrlandalı müzik gruplarının ezgileri sokakları şenlendiriyor. Asla rahatsız edici bir gürültü değil. Tam aksine müzik duyduğunuz anda içeri girmek bir bakıvermek istiyorsunuz. İçerisi tıklım tıklım, kapının önüde. Çoğu İrlandalı siyah birasını alıp kapının önünde sohbete başlıyor. Binalardan rengarenk çiçekler sarkıyor. Herkes sarhoş. Gündüz bile sarhoş. Ama hiçbir taşkınlık yok. Buraya gelmeden okuduğum bir yazıda spor salonlarının kapısına ”lütfen sarhoş gelmeyin” tabelası konduğunu okumuş ve çok gülmüştüm. Şimdi daha iyi anlıyorum. Onlar sarhoşluğu gerçekten seviyorlar. :))

KUZEY İRLANDA

İngiltere’ye bağlı, başkenti Belfast olan ayrı bir ülke. Burada euro kullanılmıyor. Marketten su bile alacak olsanız cebinizde pound olması gerekli. Kasada duran çocuğa 2 euro uzattığımda, suratıma ona küfür etmişim gibi baktığını hiç unutmuyorum. Durumun Güney ve Kuzey İrlanda arasındaki husumetten kaynaklandığının da farkındaydım aslında. Bölgeye geçerken herhangi bir vize, pasaport kontrolü olmuyor. Bu bölgeye Viator’dan aldığımız günübirlik tur ile ulaştık. Giant’s Causeway turuna iki kişi için 130 Euro ödedik. Gidiş yaklaşık 3,5 saat sürüyor. Sabah 6:15 te buluşma yerine ulaşmak için 5:30 da yola koyuluyoruz. Bu saatte otobüs olmadığı için evimizden merkeze 30 dakika yürüyoruz. Her yer kapalı. Bir yer hariç. Buluşma noktasına yakın olan Keoghs Cafe. Buradan sıcak bir bardak kahve ve bir parça kek alıp bekleme yerine geçebilirsiniz.

The Dark Hedges, Game of Thrones sevenlerin hatırlayacağı esrarengiz bir yer. Arya Stark’ın Gendry ve Hot Pie ile King’s Landing’den kaçtığı yol sahnesini hatırlayan var mı? Dizide karanlık ve sisli olan yol, şansımıza güneşli ve pırıl pırıldı. Sağlı sollu kayın ağaçlarının sakladığı yol biraz korkutucu, biraz da ilginç bir görüntü oluşturmuş. 300 yıllık kökleri üzerinde duran bu eski kayın ağaçlarının her an canlanacağını bekleyerek yürüyorsunuz yolda. Onlar sanki dallarını birbirine uzatarak fısıldaşıyor gibiler. Büyülü yolun sonunda bir ev var. Bahçe kapısı geriye kadar açık. 18. yüzyılda yaşayan Stuart ailesi malikanelerine giden bu yola dikmiş kayın ağaçlarını. Amaçları evlerine gelen misafirleri etkilemekmiş. Misafirleri bilmem ama biz bu Karanlık Çitler’den gerçekten çok etkilendik.

Carrick-a-Rede Rope Bridge: Atlantik sularının İzlanda’yaa bakan bu kuzey yamaçlarında, ana karadan kopmuş bir adaya bu halat köprüyle geçiliyor. Somon avlamak için adaya gelen balıkçılar bu halat köprüyü tam 150 yıl önce yapmışlar. Zamanla turistleri kendine çeken bu tatlı-sert köprü 2004’te turist akınına uğrayınca yenilenmek zorunda kalmış. 2008 de de yenilenmiş. Çok rüzgarlı bir bölge olduğundan biraz sallanıyor. Uzunluğu 20 metre olsa da üzerinden yürürkenki his çok daha uzun hissettiriyor. Yağmur olmadığında daha az korkutucu. Yani endişe etmeye gerek yok. Ama siz yine de google’a ”dünya’nın en tehlikeli köprüleri” diye aratıp listeye bir göz atarsanız, günah benden gider. :))

Rope Bridge

Köprü’yü öyle böyle geçebildikten sonra :)) manzara inanılmaz! Burada hiçbir şey yapmadan ve hiç konuşmadan 5 saat oturabilirdik. İkimizde aynı fikirdeyiz Ali ile. Turla gitmenin en olumsuz yanı bu sanırım. Daha fazla kalmak istediğiniz bir yerde kalamamak. Bu arada yurt dışındaki 2. tur deneyimimizdi. İlki gibi (Cape Town) memnun kalmış olsak da sevdiğimiz yerlerde daha çok kalamamak  yine en çok ofladığımız şey oldu.

Giant’s Causeway; Efsaneye göre; Çok uzak zamanlarda burada yaşayan İrlandalı Dev FINN MCCOOL İskoçyalı devi alt edebilmek için denize bu taşları koyar ve kendine bir yol oluşturur. İskoçya’ya gidip uyuyan devi görür. Devin karısı telaş içinde uyuyanın bebekleri olduğu yalanını uydurur. Dehşete düşüp hayatından endişe eden Finn, İrlanda’ya geri dönerek arkasında inşa ettiği yolu talan eder. Bilimsel açıklamasına gelirsek de; birkaç milyon yıl önce volkanik patlama sonucu oluşmuş lav birikintilerinin soğuyup büzüşmesi sonucu oluşan taşlardır. Çoğu altıgen olan bu taşların böyle simetrik oluşması burayı en ilginç kılan şey olmuş. Ali kesinlikle hiçbir açıklamaya inanmayarak kendi hikayesini yazdı ve buranın uzaylılar tarafından yapılmış olacağına inandı. Giant Causeway’i ziyaret eden doğabilimci Joseph Banks ise, tüm bunlar için “basit oyuncak evler …” ifadesini kullanmış. Belki o da benim gibi orijinal hikayeye daha çok inanmak istemiştir, kim bilir?

Dunluce Castle; Uzun süredir ıssız olan bu kale, ortaçağdan kalma ve büyük bir kısmı yıkık. Bu durum, uçurumun tepesindeki kalenin heybetinden hiçbir şey eksiltmemiş olacakki, Greyjoys’un demir ada sahneleri bu kalede çekilmiş. Elbette bir çok filmde olduğu gibi  CGI (Computer – generated imagery, yani bilgisayarla yaratılmış görüntü) kullanılarak kalenin tamamlanması sağlanmış. Teknoloji, mükemmel birşey!

Belfast; Kuzey İrlanda ülkesi’nin başkenti. İrlanda ile yıllar süren çatışmaların en çok can aldığı şehir. Çatışmalar ile ilgili birçok duvar resmi mevcut. Kuzey’in tamamı gibi biraz hüzünlü ve garip bir his uyandırıyor. Yaşananlar her duvar resminde aklınıza geliyor.  Aksanları delice, bazen hiçbir şey anlamıyorsunuz. Parlamento Binasının bahçesinde oturabilir, alışveriş caddelerini gezebilirsiniz. Ayrıca Titanic’in İrlandalı gemi ustaları tarafından yapılıp denize indirdikleri limanı görebilirsiniz. Bir İngiliz’in konuşmasından örnek;

– belfastta 2 sene yasadim, ama katoliklerin yasadigi kisimlara hic gitmedim.
– neden?
– ingiliz oldugum anlasilirsa, benim icin iyi olmazdi cunku.
– nereden bileceklerki ingiliz oldugunuzu?
– aksanimdan anlarlar.
– ben gitsem bir sey yaparlar mi peki*?
– hayir -gulerek-, cunku sen ingiliz degilsin.

BATI İRLANDA

Cliffs of Moher; Galway bölgesindeki bu turu almamızın sebebi dünyada görülmesi gereken noktalardan biri olan Cliff of Moher’di. Yırtıcı Atlantik Yolu olarak adlandırılan sürüş yolunun bir parçası. Falez yüksekliği  214 metreyi bulabilen ve Atlantik kıyısı boyunca 8km uzanan Moher uçurumları şaşkınlık verecek kadar güzel. Uçurumun kenarında esen rüzgara karşı koyabilmek ve aşağıdaki kayalara çarpan dalgalara bakabilmek cesaret istiyor. Çimler genellikle ıslak ve çok yumuşak. Hatta bazı yerlerde bastığınız yer içeri batıyor. Uçurumdan aşağı bakarak fotoğraf çekileceğim diye fazla riske girmeyin. Çünkü toprağın kopma riski var. Giderken iyi bir bot giymek ve yağmurluk almak yapılacak en iyi şey. Manzara dehşet verici. Uzun süre kalıp izlenilesi.

The Burren; Atlas okyanusu kıyısındaki bu yer 350 yıl önce bir deniz tabanıymış. Yıllar sonra yüzeye çıkan bölge buzul çağını da geçirdikten sonra bu hale gelmiş. Taş yüzey çok büyük bir alanı kaplıyor. Böylesi bir arazide bile inatla yaşam bulan çiçekler, umudun olduğunu bana hatırlatan ayrıntılar.

Doolin; Moher uçurumlarına yaklaşık 7 km mesafedeki minicik şirin köy. Küçük olduğuna bakmayın, yeterince kalacak yer, restoran, pub ve mağaza mevcut. Şehri görüp gezdiğimiz için tekrar gelecek olsak şehirde kalmak yerine böyle bir kırsalda kalmayı tercih ederiz. Görünce siz de seveceksiniz. Öğlen yemeğini bu kasabadaki bir restoranda yedik. Fish and chips tazecik ve lezzetliydi. 

Galway; Asırlık binalar, şirin barlar ve sokak müzisyenleriyle bayıldığımız bir şehir. Guinness şanını burada yerel biralara devretmiş. Çok çeşitli yerel biralar tatmak için barmenden yardım isteyebilirsiniz. Buna çikolatalı sütlü olanı da dahil :)) Alışveriş caddesinde 14’üncü yüzyıldan kalma Lynch’s Castle’a uğrayın. Yapı 1930 larda restore edilmiş. Şuanda AIB Bank kullanıyor. Birçok ev yapımı dondurmacı ve şirin butiklerin olduğu caddede İrlandalı müzisyenler çok başarılı. Uzun süre onları dinlemek için zaten azıcık olan zamanımızı kullandık. Yakında youtube kanalındaki ilgili başlıklı videodan izleyebileceksiniz. Çok şanslısınız ;))

Guinness Storehouse; Dublin’i Dublin yapan en önemli şeylerden biri  1759 Yılında Arthur Guinness tarafından kurulan bu fabrika. Üretim halen burada yapılmakta olup, storehouse müze olarak kullanılmaktadır. Kapıda giriş ücreti 20 euro. Online alırsanız 14 euro. 7 katlı bu binada bitkilerin hasadı, fermantasyon süreci, fıçıların yapımı, tadım, hatta bir guinness bardağına birayı doldurup servis etme şeklini bile öğreniyorsunuz. Barın arkasına geçip stout biranızı kendiniz dolduruyorsunuz. Tabii belli şartları var. Eğer başarılı olursanız, size bir sertifika veriyorlar. Giriş ücreti pahalı gibi görünse de kendi doldurduğunuz buz gibi bira eşliğinde, en üst kattaki Gravity Bar’ın 360 derecelik Dublin manzarası size herşeyi unutturuyor. Siyah Bira (Stout) en çok tercih edilen. Burada ortalama 3 saat harcayacağınızı hesaba katın. Şimdi, Cheers!!! :))

O’Connell ve Mary Caddeleri şehri ikiye ayıran Liffey nehri’nin diğer tarafında kalıyor. Bu nehir üzerinde birçok güzel köprü var. Her biri fotoğraflanmayı hakediyor. O’Connell şehrin alışveriş caddelerinden biri. Mary Caddesinde ise güzel butikler var. Alışveriş tutkunları buralara mutlaka uğrasın. Ayrıca google, facebook ve airbnb binaları da Dublin’de. Önceden randevu alarak binaları gezebilirsiniz.

Dublin

SON OLARAK;

Keşke burada kalıp daha çok leprikon avına çıksaydım. Daha çok siyah bira içip, zihin uçuran manzaralarda daha çok hayale dalsaydım. Adanın özgürlük mücadelesi hikayelerini, kızıl saçlı renkli gözlü insanlarından tekrar tekrar dinleseydim. Çayırlarında otlayan koyunların arasına uzanıp daha çok James Joyce okusaydım.

Tekrar geldiğimde; gökkuşağının sonundaki evde yaşayan yeşil cini bulup, yakalayacağım. Eğer gözlerimi hiç kırpmadan ona bakabilirsem asla kaçamayacak ve onu serbest bırakmam karşılığında 3 dileğimi gerçekleştirecek. 

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

İrlanda Gezi Videosu 

KOPENHAG GEZİ REHBERİ

Danca’da ticaret limanı anlamına gelen København Danimarka’nın başkenti ve nüfusu en kalabalık şehridir. En kalabalık dediğime bakmayın. Ülkenin tamamının nüfusu yalnızca 5600 milyon. Anayasal Monarşiyle yönetilen Kopenhag, kaleleri, sarayları, müzeleri ve tarihi yapıları ile düzenli ve korunaklı bir şehir.

Dünya’nın en zengin kentlerinden biri olan Kopenhag ’da yaşam refahı ortalamanın çok üzerinde. Ayrıca dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı söylenen Kopenhag yeşilin her tonuna sahip bir doğa cenneti olduğu gibi, yaşam haklarının titizlikle korunduğu modern de bir şehir. Şehir dendiğinde akla gelen tıklım tıklım beton binalar, gürültü ve egzoz kokusundan çok ama çok uzakta. Gelişmiş bir tren-metro ulaşım sistemi ve gurur duyabilecekleri bisiklet yolları var. Şehrin bisiklet trafiğine öyle hayran kaldım ve vintage bisikletlerin güzelliklerine şaştım ki, kendimi burada ikinci el bisiklet araştırırken buldum. 

Ülkede para birimi Danimarka Kronu ve 1 TL yaklaşık 1.86 DKK etmekte. Kimse popüler avrupa şehirlerinin arasına Kopenhag’ı eklemez, bu bir gerçek. İsveç gibi daha turistik İskandinav ülkelerinin yanında ismi daha sönük kalsa da, gidince insanı mahcup eden bir ülke burası. Masal gibi yapıları, pastoral renkleri ve ekolojik karakteriyle insanı kendine hayran bırakabiliyor. En can arkadaşım, kardeşim Ankara’dan buraya taşınmasa herhalde gelip görmek aklıma bile gelmezdi.

Kopenhag şehir

kopenhag bisiklet

Kopenhag’da Ulaşım

Şehiriçi ulaşım tren, metro, otobüs, taksi ve bisiklet ile çok çeşitli. Tren biletlerini istasyonlardaki otomatlardan ve 7elevenlardan alabiliyorsunuz. Otobüs biletlerini yine 7eleven ve otobüsün içinden daha pahalıya alabilirsiniz. Benim tavsiyem; ülkeye girdiğinizde havaalanındaki otomatlardan anonim Rejsekort kart almanız ve içine bakiye yükletmeniz olacak. Böylece gittiğiniz zone ‘un yakınlığına göre size tek gidiş ücretinde indirim sağlayacak. Londra’yı ziyaret edenler bilir. Zone’lara ayrılmış şehirde trenle geçtiğiniz her bölge için ulaşım maliyetiniz artıyor. Bu karta sahip olduğunuzda yapmanız gereken şey, istasyona geldiğinizde trene binmeden kartınızı check in noktalarına okutmak. İndiğinizde ise check out yapmak. Böylece kaç durak gittiğinize göre daha ucuz yolculuk yapabilirsiniz. Yine de şehirdeki en pahalı şeylerden 2.’si ulaşım.

 

Kokkedal tren istasyonu

Kopenhag ‘da Yaşam

Her gün işe gidiyor olmak bu ülkede yaşayan insanları yormuyor. Çünkü metrobüs sırası yok. Zaten yorgunken birde ayakta 45 dakika yol gitmek yok. 16:30 da işten çıkıp bisikletle merkeze gitmek ve Nyhavn’da arkadaşlarla bir şeyler içmek harika. Yazın günler uzun, hava 23:00’e doğru anca kararıyor ve sabah 5’te apaydınlık oluyor. Tabii bu yazın böyle. Kışın genelde günler karanlık ve kısa. Sosyalleşme az. İnsanlar genelde işten çıkıp evlerine geliyorlar. Avm’ler ve birçok dükkan 5-6’da kapanıyor. Zaten yemek içmek de çok pahalı. Dışarıda genelde evden yanlarına aldıkları yiyecek içecekleri tüketiyorlar.

 

Piknik yapmak hiç bu kadar zorunlu ve eğlenceli olmamıştı. Zorunlu diyorum çünkü evde bir şeyler hazırlamakla dışarıdan almak arasında çok fazla fiyat farkı var. 500ml su bile 20 kron. Yani 10 tl :)) Çeşmeden doldurup yanına almak en doğrusu. Eğlenceli kısmı ise, örtünü serip sakin sakin piknik yapacağın çok alan var. İnsan az olunca herşey daha sakin ve huzurlu. Bisikletlerimizle istediğimiz yere sürüp çantamıza doldurduğumuz çeşit çeşit yiyecek ve içecekle harika zaman geçirdik. Her gün yapalım desen sıkılmadan yaparım. Bir gün ormanda, bir gün sahilde kumlarda, bir gün yine sahile bakan çimlerdeki ağacın altında. Bir gün bir kalenin büyük bahçe manzarasında.

 

IMG_0614

 

Bu şehirde spor yapmak için üşenen kimsenin olabileceğini düşünmüyorum. Ama yine de ülkemizde hiç yaşamadığımız bazı şeyler sorun olabiliyor. Evden çıkıp ormanın içinde koşmak mı yoksa sahildeki yolda yürümek mi kararsız kalıyorsunuz. Ertesi sabah golf mü oynamalı yoksa at mı binmeli emin olamıyorsunuz. Sağlıklı ve ekolojik ürünleri satın almak konusunda evin arkasındaki marketi mi yoksa merkezde adım başı marketlerden birini mi tercih etmelisiniz? Bazen bilemiyorsunuz? Birde Danimarka yeşili diye birşey var bence. Yada tarihin Mayıs olmasından kaynaklı. Ağaçlar öyle fosforlu bir yeşil ki, şaşırmakla taktir etmek arasında bir yerde kalıyorsunuz.

 

 

Bisiklete binmek asla spor sayılmıyor, kızların çoğu topuklu ayakkabıları, minicik etekleri ve on numara özgüvenleriyle bisiklet kullanıyor. Erkekler, takım elbise ve şık ayakkabılarıyla işe giderken bisiklet sürüyor. Caddeler o kadar güzel duruyorki. Bu şehirde kişi başına bir bisiklet düşüyor. Yani insan sayısı kadar bisiklet var. Bisiklet park alanını ilk gördüğümde nasıl karışmıyor veya nasıl çalınmıyor demiştim? Evet ülkedeki tek hırsızlık bisiklet için oluyormuş, öğrendim :)) Ama onca güzel ve ilgi çekici bisikleti görünce benimde aklıma gelmedi mi? Geldi :))

 

 

Kopenhag Nasıl Gezilir?

Şehrin merkezi ve kıyı şeridi, yürüyerek gezilebilecek uzaklıkta. Kıyı şeridinden iç kesimlere yürüyerek yada kısa duraklı otobüs ve metro kullanarak gezebilirsiniz. Eğer kale, saray ve müze gezecekseniz Kopenhag Kart almak en avantajlısı. Turist Bilgi Ofislerinden 24, 48 ve 72 saatlik kart aldığınızda tüm müze, kale ve bahçelerin giriş ücretleri ve ulaşım masraflarınız ücretsiz. Her girişte bilet gişesine kartınızı gösterip bir onay kartı almanız gerekli. Bu yüzden şehre gelmeden gezi planınızı günü gününe yapmanızı öneririm.

3 günlük Kopenhag Kart ile gezmenizi önereceğim yerleri gün gün sıraladım. Faydası olacağını düşünüyorum. Daha az veya çok gününüz varsa kendinize göre bir plan çıkartabilirsiniz.

1.GÜN

  • Küçük Deniz Kızı Heykeli
  • Amalienborg Kalesi
  • Design Museum
  • RosenBorg Kalesi
  • Round Tower

2.GÜN

  • Carlsberg Bira Fabrikası
  • Glyptotek
  • NyHavn Kanal Turu

3.GÜN

  • Frederiksborg Kalesi
  • Helsingor Hamlet’in Kalesi

Østerport istasyonunda inip Küçük Deniz Kızı Heykeli’ni görerek gezmeye başlayabilirsiniz. Rosenborg Kalesinin hemen yakınında bulunan Torvehallerne Market’e de mutlaka uğrayın. Çiçek ve meyve-sebze pazarı, envai çeşit şarküteri ve deniz ürünleri var. Pazardan güzel peynirler alabilir, Gorm’s ta harika pizzalarla karnınızı doyurabilir yada Coffee Collective’in popüler kahvelerinin tadına bakabilirsiniz.

 

 

 

Round Tower; 17. yüzyılda yapılmış, Kopenhag ’ı kuşbaşı izlemenizi sağlayacak tarihi bir gözlem kulesi. Gözü karartıp çıkmalısınız. Desing Museum’un arka bahçesi huzur ve dinlenme için en güzel yer, kesinlikle atlamayın. Müzenin shop’u diğerlerine göre en sevdiğimdi. Amalienborg Kalesi‘nde askerlerin yürüyüşlerine denk gelirseniz ilginç olabilir.

 

 

Carlsberg Bira Fabrikası, bira yapımı ve tadımı için harika. Glyptotek, tüm müze ve kaleler içinde en çok görmek istediğim yerdi. Çok iyi bir heykel koleksiyonu var. Kolay geziliyor. Girişteki yaz bahçesine bayılacaksınız. NyHavn; minyatür Amsterdam gibi. Viking tarzı evler farklı renklerle bitişik bitişik dizilmiş. Ortasından geçen kanalda tekne turları düzenleniyor. Turlar rehberli ve Kopenhag ’ın tüm önemli noktalarını anlatıyor. Mutlaka yapmanız gerekenler listesinde.

Sonrasında Danimarka sınırları içinde özerk bölge olan Christiania’ya uğrayın. Tabelasından içeri adım attığınız anda Freetown adı verilen bu bölgede tamamen özgürsünüz. Herkes istediğini yapmakta özgür ve kimse kimsenin özgürlüğünü engelleyemez. Burası insanların kendi evlerini kurduğu, duvarlarını istedikleri gibi boyadığı ve kendi kanunlarıyla yaşadığı bir kasaba. Hippi yaşamın devam ettiği, duvarların grafitilerle süslendiği, entellektüel ve sanatçıların yaşadığı bölgede esrar bulundurmak ve kullanmak serbest. Dolayısıyla bölgede marihuana yaprakları en popüler yeşil sayılıyor. Büyük bir tabelada yasakların altı çok net çizilmiş. Fotoğraf çekmek, koşmak ve kavga etmek kesinlikle yasak. Koşmak paniğe sebebiyet veriyormuş :)) Serbest olan ilk şey ise; eğlenmek! :))

 

Hamlet’in Kalesi

Helsingør Hamletin Kalesi olarak bilinen Kronborg Slot şehrin kuzeyinde. Hayatımda gördüğüm en etkileyici kale. 1600’lü yıllarda kale, boğazdan geçen gemi ve korsanlardan vergi almak amacıyla kullanılmış. Bu sebepten zaman içinde birçok saldırıya da maruz kalmış. Bir dönem hapishane olarak kullanılarak mahkumlar kalenin güçlendirilmesi için çalıştırılmış. 2000 yılında Unesco Listesine dahil edilmiş.Ayrıca Shakespeare hiç görmediği halde en ünlü trajedisi Hamlet’i bu kaleden esinlenerek yazmış. Kale, oyunun geçtiği mekan olarak kullanılmış. Shakespeare’in ölümünden sonraysa kale’de Hamlet’i oynamak gelenek haline gelmiş. Lawrence Olivier, Derek Jacobi, Jude Law kalede Hamlet’i oynayan isimlerden birkaçı. İçindeki bir odada oynayanların resimleri sergileniyor.  Mahzenleri, odaları, bahçesi ve manzarası gerçekten çok etkileyiciydi. Kale çok büyük ve gezmek yorucu. Zaman nasıl geçiyor anlamıyorsunuz. Buraya gelirken yanınıza atıştırmalık bir şeyler almayı unutmayın. Bahçesinin denize bakan tarafında karşıdaki İsveç kıyılarını izleyerek soluklanabilirsiniz. Çıkınca da Helsingør ‘ün kasabayı andıran sokaklarını mutlaka gezin. Tren Gar’ı inanılmaz havalı :))

Denizden çıkarılmış çöplerden yapılmış heykel.

 

Listemde olmasına rağmen Frederiksborg Kalesi’ne ben gidemedim ama birkaç ay sonra tekrar geldiğimde ilk gideceğim yer bu kale. Harika bir bahçesi var, Şehrin kuzeyinde kaldığı için, Helsingør’e gittiğiniz güne eklemek mantıklı.

Kopenhag’da Yemek ve Alışveriş

Akla gelen ilk şey elbette balık ama aslında Danimarkalılar daha çok et (çoğunlukla domuz) ile besleniyorlar. İskandinav mutfağının popülerleşmesi ile Danimarka da geleneksel mutfağının yanına yenilikler eklemiş. Dünyada hızla yayılan Raw Food ve organik beslenmeyle kafayı bozmuş olanlar için alternatifleri çoğaltmış. Her markette sağlıklı ekolojik ürünler satılıyor. Restoran ve kafelerde sağlıklı olduğu kadar lezzetli de beslenmek mümkün. Danimarka mutfağının bu kadar popüler olmasını sağlayan şeylerden en büyüğü kuşkusuz, Noma. Henüz bilmeyenler için Noma tam 4 kez ”dünya’nın en iyi restoranı” seçildi. Sadece yerel malzemeler kullanılması en önemli özellikleri. Sırf bu yüzden havyar, trüf mantarı gibi yerel olmayan malzemeleri mutfaklarına sokmuyorlar. 2 Michelin yıldızına sahip restoranda yemek yemek istediğinizde aylar önceden rezervasyon yapmanız gerekiyor. Noma’nın uzun bekleme listesine adınızı yazdırmanızla yaklaşık 250 euro’luk bir hesabı gözden çıkartmanız doğru orantılı.

Danimarka, en çok Michelin yıldızına sahip ülke olma özelliğiyle de turist çekmeye devam ediyor. En popüler yiyeceği Smørrebrød adını verdikleri bir çeşit açık sandvich. Çoğunlukla çavdarlı çekirdekli özel bir ekmeğin üzerine sürülmüş peynir veya humus veya avokado üzerine çeşitli deniz ürünleri veya sebzelerle süslenmiş ekmekler, her yerde var. Lokal yiyecekler tatmak isteyenler için öncelikli. Ben ilk Smørrebrød’ümü Papirøen adlı mekanda yemiştim. Burası daha çok gençlerin takıldığı, akşamüstü müzik ve eğlencenin olduğu bir sokak yemeği alanı. İstediğiniz restoranın standından yemeğinizi alıp sıralanmış masalarda tanımadığınız insanlarla oturup yiyorsunuz. Gün batımında açılıp kapanan sandalyelerde oturup sohbet ederken, müzikle küçük çaplı partileyebiliyorsunuz. En sevdiğim mekanlardan biri. Mutlaka uğramanız gereken bir yer.

IMG_2475

IMG_1022

 

Peki 3. dalga kahveciler için ne söylenebilir? Adres belli. Kopenhag ‘da en sevilen kahve zinciri The Coffee Collective. Organik kahvecilik tanımlamalarıyla Danimarka’ya tam tamına uyan, sabah 7 de sokaklara kahve kokusunu salan dükkanları birçok yere dağılmış durumda. Peki şehrin pahalı olduğunu en iyi nereden anlıyoruz? Bir bardak kahveye verdiğimiz 40 kron (20 tl) ile.

The Coffee Collective

 

Raw Food dünyasında kalbi hızla çarpanlara en güzel mekan; 42Raw. İlk gelişimde yiyecek kalmamıştı ve oflayarak geri dönmek zorunda kaldım. İkincisinde hem Acai Bowl hem de özel salatasını deneme fırsatı buldum. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki ödediğim paraya fazla fazla değdi. Her gün gelip herşeyi yiyebilirim. Bir sonraki seyahati sırf 42Raw için iple çekiyorum :)) Mekan da raw tariflerin olduğu bir yemek kitabı’da satılıyor. Saat 5 te yemek bitebilir, bu yüzden erken gelin.

 

42Raw

 

42Raw ‘da yemek kalmayınca keşfettiğimiz bir diğer harika mekan Paleo. Hemen yan yanalar. Menülerinde nefis bir yeşil sos ve badem kullanıyorlar. Tavuklu salatamı mideme indirirken gözüm tabakların güzelliğindeydi :))

 

IMG_0824

Aesop Copenhagen

Alışveriş konusunda çok çeşitli seçenekler var. Bana kalırsa buradan giyim ve kozmetik ürünleri alınmaz. Ama ıvır zıvır ev eşyalarında çok çeşitli ve uygun fiyatlı seçenekler mevcut. Bir de dünyanın en güzel kokan el kremi markası Aesop‘un şubeleri bulunuyor. Türkiye’den siparişle daha pahalıya geldiği için ben buradan aldım. Yanında harika bir yüz maskesi ve serumu ile birlikte en pahalı alışverişti. Market market dolaşıp ekolojik makarna, peynir, tohum, ekmek, ekmek unu vs alışverişlerim dışında başka da birşey almadım zaten. Ama yine gitsem bavul dolusu ekmek getirebilirim. Bu da benim alışveriş tarzım :)))

Marketlerde poşet yok, herkes kendi alışveriş çantasını yanında taşıyor. İstanbul’da markette aldıklarımı kendi alışveriş çantama koyarken sırada bekleyenler ve kasadaki kızın bakışları burada yok :)) İnatla bizimde böyle bir ülke olma hayaliyle alışveriş çantamla gezmeye devam edeceğim. Ne güzel bir adet ve çevreci bir yaklaşım değil mi? Alışveriş çantası demişken, en güzel ve uygun fiyatlı olan birini Søstrene Grene‘de buldum. Ürünlerine mutlaka bir göz atın.

Papiroen

 

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

                       Sinem Güneş Sedef – Gökay Sedef

 

GÖCEK VE ULA’DA YOGA

Sadece lüks teknelerin bağlandığı havalı bir liman ilçesi olarak tanıdığımız Göcek, zengin görüntüsünün yanında aslında mütevazi olabiliyormuş. Herşey Kaş’ta yaşadığını sandığımız arkadaşlarımızı arayıp size geliyoruz dememizle başladı. Meğer bir ay olmamış Göcek’e taşınmışlar. J) 2 günlüğüne toplandık gittik. Dönüşümüz 4 günü buldu J) Emre’ye kalsa daha da uzun sürebilirdi, sağolsunlar.

Göcek merkezin hemen bitişiğinde İnlice mevkinde çok şirin bir evleri var. O kadar şirin ki bahçedeki güller kudurmuş, bahçe kapısındaki dut coşmuş, arabayı gölgeleyen asma yeşillenmiş. Zaten başımı nereye çavirsem yeşil dağlar bize bakıyor. Ali Istanbul’dan sonra kaybettiği huzuru buralarda bir yerlerde ucundan yakaladı. :))

 

Sarsala Koyu

Havaalanından ulaşmak için biraz baya yol gittik :)) Yol’da nefis bir göl bile keşfettik. Arayan buluyor sevgili dostlar, yolu güzel, kendi güzel bir koy. Sanırım yolundan dolayı çoğu kişi teknesiyle geliyor. Teknesi olmayan bizim gibiler ise çok güzel manzaralar yakalıyor :)) Sezon elbette daha açılmamış ama biz kurtluyuz. Kimse henüz gelmeden, biz gelip, göreceğiz :))

Sarsala Koyu

Sarsala Koyu 2

Sarıgerme

Sırada çok genişçe bir alanı ve plajı olan başka bir yer var. Duşları, tuvaletleri, büfesi ve oturma alanlarıyla diğer plaja göre daha büyük ve kalabalık olabilecek bir yer. Ama ben çok büyük plajları sevmiyorum.

 

İnlice Plajı

Bizim çiftin evlerinden yürüye yürüye gittiği plajda sıra. Yolunda çiçekler arasında inekler otluyor. Kıvrıla kıvrıla bir su akıyor. Suyun kenarından yürüye yürüye denize varıyorsun. Yine dağların içinde bir plaj. Oh be :))

inlice plajı

İnlice, Muğla

Göcek Merkez

Macro Centre olmasına hayran kaldım. Lakin bizim evden bir macro center’a ulaşmak için bir saat yol gidiyorum 🙂 Butikleri, marketleri, restoranları, denizin hemen kıyısındaki mekanları ile minicik, içi dolu fıçıcık bu Göcek :)) 

Göcek Merkez

Gemiler Koyu

Girişi ücretli ve yine nefis bir koy. Aynı zamanda da bir kamp alanı. Tuvalet ve duşları temiz. Deniz ve manzara güzel. Patates kızartması ev patatesi. Seve seve yine geleceğim bir koy.

Gemiler Koyu

Azmak Çayı – Halil’in Yeri

Deniz ürünleri ağırlıklı bir restoran. Yoğurtlu mezeleri enfes. Biber, patlıcan, patates kızartması sıcacık tazecik kızartılmış üstüne yoğurt dökülmüş servis edildi. Deniz ürünlü special bir böreği var. Neden börek istedik ki diyen Ali’yi kendinden geçirdi :)) Beni de. Öğlen vakti Azmak Çayı kenarında ördekleri izlerken mis gibi doyup kalktık.

Halil'in Yeri

Azmak Çayı

Ula’da Yoga

Ula’da aile ziyareti yaptıktan sonra Dalaman Havaalanına dönüşte bakmaya doyulmaz manzaralarda ilerlerken dayanamadım. Arabayı kenara çekip yere bir bez serdikten sonra huzurun içine düştüm.

 

 

Fotoğraflar; Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

 

FETHİYE, KAYAKÖY

Fethiye’nin ilçelerinden biri Kayaköy. Eskiden içinde yaşayan mutlu insanları olsa da uzun yıllar önce terkedilmiş. Terkedilme sebebi aslında çok üzücü. Burası günümüzde bir sit alanı, korumaya alınmış ama hiçbir düzenleme bakım da yapılmamış. Devlet sadece köy girişine bir kulübe koymuş ve kişi başı ücret almaya başlamış. Görevliye verdiğimiz bu giriş ücretiyle buraya nasıl katkı yapıldığını sorduğumuzdaysa şimdiye kadar herhangi bir şey yapılmadı cevabıyla hayal kırıklığına ilk girişi yapıyoruz.

Fethiye, Kayaköy

Kayaköy, Fethiye

 

Kayaköy’ün geçmişi beş bin yıla kadar uzanıyor. Evlerde rum mimarisi göze çarpıyor. Büyük bir yamaca dizilmiş taş binaların her birinde kendi ekmek fırını ve sarnıcı var. Evler birbiriyle dip dibe ama hiçbiri diğerinin manzarasını engellemiyor. Hepsi güneşi görecek şekilde dizilmiş. Yüzleri güneşe bakan ay çiçekleri gibi. Kapladığı alan azımsanmayacak kadar büyük. Yaklaşık 3500 ev, okul, şapel, hastene, 2 tane de kilisesi var. İlgimi çeken; kiliselerin hiçbirinin çatısına bir şey olmamış. Sapasağlam duruyor.

 

Kayaköy ‘ün Hikayesi Nedir?

Kayaköy bir mübadele eseri.  Kurtuluş savaşından hemen sonra Yunan ve Türk hükümetleri aralarında anlaşma yapmış. Batı Trakya’da bulunan Türkleri buraya, burada yaşayan Rumları ise Batı Trakya’ya yerleştirilmiş. Burada yaşayan rumlar geçimlerini zanaatla ve bağcılıkla sağlarken türkler tarımla uğraşıyorlarmış. Yerleştirilmeden sonra türkler böyle engebeli bir arazide tarım yapamamış. Zaten yerlerinden yurtlarından olan halk bu duruma bir yıl katlandıktan sonra evlerini terkedip daha düzlük arazilere Manisa ve civarlarına yerleşmiş. Rumlar ve Türkler tarafından terkedilen köy zamanla fiziksel şartlara dayanamayıp yıkık dökük bir hal almış. Bu yüzden çoğu kimse buraya hayalet köy diyor.

Öyle sessiz ki içinde gezerken kendi sesinizden utanıyorsunuz. Pencere ve kapısıyla görebileceğiniz sağlamlıkta tek bir ev kalmış, kilisenin yanında. İçinde yaşayanların iki fotoğrafı da var. Pencereler ve kapıların açılıp kapanma sistemi oldukça ilkel. Ama yaptıkları ahşap yük dolapları çok zarif ve güzel. Ziyaterçisi halen çok az. Böylesi özel bir yerin daha iyi tanıtılması ve düzenlenmesi gerekli. Hatta bana kalsa, belli koşullarla restorasyon çalışmaları yapıp, bölge halkına verilerek yaşanacak bir köye bile dönüştürülebilir. Yaşayan ve hatıraları çok olan, güne bakan evler artık hayalet olmaktan arınır.

 

Kayaköy, Göcek ve Ula’yı içine alan gezinin videosu youtube sayfasında var. Türk-Yunan Dostluk Derneğinin, ”Barış ve Dostluk Köyü” olarak ilan ettiği yer Türkiye’de mutlaka görülmesi gerekenler listesinde.

 

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

YUSUFCUK’S 100 BUCKET LIST

Yusufcuk’s 100 Bucket List ‘i oluşturmayı çok uzun zamandır istemiştim. Aslında evdeki karalama defterlerinin bazı sayfalarında, çantamdaki minik not defterinde, telefonumun notepad’inde ve daha birkaç yerde aklıma geldikçe yazdığım yerler var. Çocukluğumdan beri doğa düşkünü olduğumdan listenin çoğu doğal oluşumlardan oluştu . Yine küçükken izlediğim national kanalları, gazete-dergi kesmeleri ve google maps çılgınlığımı da katarsak benim listem aslında 100’ü geçmiş durumda. Ama size seçtiğim ilk 100’ü yazıyorum. Hayatım boyunca gidip gördükçe listemin üzerini yavaş yavaş çizmeye başlayacağım. ( √ )

Haydi şimdi sizde benim listeme göz atıp aklınıza gelen ve en çok görmek istediğiniz yerleri aşağıya yazın. Hem benim listeme ek fikirler olsun, hemde dünyanın tüm güzelliklerinden haberdar olabileceğimiz bir fırsat olsun. Hatta sizde kendi bucket list ‘inizi oluşturun ve zaman geçtikçe listenize çizikler atın :))

 

YUSUFCUK’S 100 BUCKET LIST

  1. Özgürlük Heykeli, New York
  2. Empire State Binası, New York
  3. Alcatraz, San Francisco
  4. Yellowstone Ulusal Parkı, ABD
  5. Route 66, ABD
  6. The Rocky Mountains
  7. Kauai
  8. Oahu
  9. Antelope Kanyonu, Arizona
  10. Arches Ulusal Parkı, Utah
  11. Büyük Mavi Çukur, Belize
  12. Blue Lagoon
  13. Kuzey Işıkları
  14. Big Sur, Kaliforniya
  15. Trevi Çeşmesi, Roma
  16. London Eye, Londra 
  17. Golden Gate Bridge,
  18. Giant’s Causeway , Irlanda 
  19. White Cliffs of Dover, İngiltere
  20. Big Ben, Londra, İngiltere 
  21. Taj Mahal, Hindistan
  22. Keops Piramidi, Mısır
  23. Niagra Şelaleleri
  24. Spice Markets, Hindistan
  25. Hollywood Bulvarı
  26. Pisa Kulesi, Italya
  27. Louvre Müzesi
  28. Cliffs of Moher, Irlanda 
  29. Iguazu şelaleleri, Arjantin
  30. Kapadokya, Türkiye 
  31. Kapalı Çarşı, İstanbul 
  32. Table Mountain, Cape Town 
  33. Lions Head, Cape Town 
  34. Moulin Rouge, Paris
  35. Notre Dame Katedrali, Paris
  36. Sistina Şapeli, Vatikan
  37. Amazon Yağmur Ormanları
  38. Phuket, Tayland 
  39. Ko Phi Phi, Tayland 
  40. Koh Samui, Tayland
  41. Koh Phangan, Tayland
  42. Ko Tao, Tayland
  43. Exuma İsland, Bahamalar
  44. Plitrice Lakes National Park, Hırvatistan
  45. Vatnajokull Glacier Cave, Buzullar
  46. Old Delhi, Hindistan
  47. Cinque Terre, İtalya
  48. Duomo Milan, İtalya
  49. Pulpit Rock, Norveç
  50. Mole National Park, Gana
  51. Vietnam’da bisiklet yolculuğu
  52. Balina Köpekbalığı Dalışı, Avustralya
  53. Endonezya’da Java Vokanı’na trekking
  54. Coron’da yüzme, Filipinler
  55. Kopi Luwak tadımı, Endonezya 
  56. Pembe Göl, Avustralya
  57. Hobbiton, Yeni Zelanda
  58. Dos Ojos Cenote, Tulum
  59. Gran Cenote, Tulum
  60. Maldivler 
  61. Boracay, Filipinler
  62. Kawasan Şelaleleri, Filipinler
  63. Melbourne, Avustralya
  64. Margaret River, Avustralya
  65. Jellyfish lake, Palau
  66. Bacuit Archapelago, Filipinler
  67. Cebu, Flipinler
  68. Arashiyama, Kyoto 
  69. Hiroshima, Japonya
  70. Great Buddha, Japonya
  71. Osaka Castle, Japonya 
  72. Nara Geyik Parkı, Japonya 
  73. Halong Bay, Vietnam
  74. Gion, Kyoto 
  75. Fushimi Inari Shrine, Kyoto 
  76. Nyuto Onsen, Japonya
  77. Franz Josef Buzulu, Yeni Zelanda
  78. Kakadu Ulusal Parkı, Avustralya
  79. Ubud, Bali 
  80. The Twelve Apodtles, Avustralya
  81. Eiffel Tower, Paris
  82. Machu Picchu, Peru
  83. Angkor Wat, Kamboçya
  84. The Colosseum, Roma, İtalya
  85. Ölü Deniz, İsrail
  86. Kinkaku-ji Temple, Kyoto, Japonya 
  87. Tian Tan Buddha, Hong Kong
  88. Sydney Opera Binası, Avustralya
  89. Fuji Dağı, Japonya
  90. Tokyo
  91. Eltz casstle, Almanya
  92. Ryoan-ji Temple, Kyoto 
  93. Kiyomizu-dera, Kyoto 
  94. Itsukushima Shinto Shrine, Japonya
  95. Palawan, Filipinler
  96. Praslin Adası, Seyşeller
  97. Pinnawala Fil Yetimhanesi, Sri Lanka
  98. Tangalle, Sri Lanka
  99. Sahra Çölü
  100. Lord Howe Adaları, Avustralya

 

Hepsini ve daha fazlasını görebilmek dileğiyle 🙏

 

yusufcuk's bucket list

 

 

SEVGİLİ LONDRA

Sevgili Londra, seninle 2008 yılında tanıştığımızda ilk yurt dışı deneyimim olduğundan ne yapacağımı şaşırmış, gerçek bir turist gibi tüm popüler yerlerine saldırmıştım. O Big Benler, London Eye lar, London Bridge ler fotoğraf çekmekten eskimişti :)) O zamanlar aynı evin küçük bir odasını paylaştığım arkadaşım Alev  ile beraber harika bir 3 hafta geçirmiştik. Şimdilerde; Ali ile beraber yeniden seni görmek istediğimizi hatırlayıp dolu dolu planlama yaptık birlikte. Bu sefer daha az turist olacaktık ikimizde. Gün gelip sana geldiğimizde gerçek yüzünü haşince gösterdin bize. Soğuktun Londra, çok soğuktun işte. Meğer tüm yıl zaten karamsar ve melankolik olan tavrın Şubatın bu birkaç gününde itici bir donduruculuğa dönüşüyormuş. O da bize denk geldi, iyi mi?

Londra Gezi Rehberimize müzelerle başlayalım… Gittiğimiz gibi eşyaları otele bırakıp British Museum‘a koştuk. Daha önce gezmediğim bölümleri de gezdim bu kez. Gerçekten aşırı yoruluyorsunuz çünkü çok büyük. Ingilizlerin farklı ülkelerden elde ettikleri eserler sergileniyor, mesela Türkiye’den Kütahya porselenler mevcut. Mısırdan alınmış mumyalara ağzınız açık bakabilirsiniz. Buradan çıkar çıkmaz bir başka önemli olan bir müzeyi ziyaret ediyoruz.  National Gallery. Burada da harika sanat eserleri mevcut. Birbirinden farklı tarzda resimler, muazzam çerçevelerle duvarları süslemiş. Yine çok büyük olduğundan iki müze ziyaretini farklı tarihlere yaymak mantıklı olan. Ama bizim ziyaret listesi biraz kalabalıktı, bu sebeple ilk gün biraz yorucu oldu.

Sıra dünyanın en çok ziyaret alan 7 müzesinden biri olan Tate Modern’ de. Modern sanat pahalıdır iddiasına kafa tutan, içerideki birçok eserin ücretsiz görülebileceği, yeri güzel, manzarası güzel, shop’u çok güzel müze. Binasını kırmızı telefon kulübelerini tasarlayan Sir Giles Gilbert Scott isimli mimar yapmış. Çok beğeneceğinizi düşünüyorum. Üst katındaki kafe de oturup Thames Nehrini izlerken bir fincan kahve için. Yorgunluğunuzu direk silip süpürecektir.

IMG_8645-horz

 

Notting Hill’ de Bir Cumartesi

Şimdi günlerden Cumartesi. Yani bugün pazar var. Nerede? Notting Hill’de. Portobello Pazarı ikinci el, vintage ve yeni birçok malzemenin satıldığı bir açık pazar. Undergrand ile Notting Hill istasyonunda inip dümdüz ilerliyorsunuz. Elinde pazar arabaları ile yürüyen insanları göreceksinizdir.

O gün neler bulacağınız bilinmez, her hafta farklı şeyler düşüyor pazara. Dikkat edin, bazı eskiler çöpten yeni çıkarılmış olabilir :)) Ama gerçekten birçok şey orijinal. Eski tenis raketleri, amerikan futbolu topu, deri boks eldivenler, çiçekli ingiliz porseleni çay kupaları, sütlükler, çeşit çeşit suni kürkler, kürk şapkalar vs. Çılgına dönmeniz an meselesi. Her tezgah ayrı heyecan. Ayrı bir kalp krizi nedeni. Yanınıza bolca nakit alın ki, beğendiğiniz o güzelim eşyaları ağlayarak tezgaha geri bırakmak zorunda kalmayın. Altın sikkelerinizi  Oxford ve Regent Street gibi caddelerdeki burnu iki karış yukarıda mağazalarda bitirmeyin. Altın sikke ne mi? Tabii ki pound sevgili dostum. Ingiliz Sterlini şurda 4.8 lira olmuş, ne sanıyorsun? Şişe su bile alsak pound hesabı yapmaktan manik depresif olduk. Hem bulduğun farklı eşyalara sevinip hem oflamak neymiş gidince anlarsın :)))

 

IMG_8794

 

 

 

IMG_8820

 

Turistik yerlere geçelim şimdi. Piccadilly Circus bunlardan biri. Güzel at heykellerinin önünde fotoğraf çektirmeden olmaz. Bu bölgelerden başlayıp Regent Street, ordan da Oxford Streete kadar yürümek gerek. Mesafeler uzun olsa da alışveriş yaparken ne farkederki :))

 

IMG_8707

IMG_8761-horz

 

Abbey Road, Beatles İçin;

On iki Şubat günü sabah erkenden St John’s Wood istasyonunda inip dümdüz yürüyerek Abbey Road’ a ulaştık. Burası Beatles’ın Abbey Road albümü için kapak fotoğrafı çektiği yaya geçidi. Artık yaya geçidi olmaktan çıkıp bir sit alanı olmuş gibi. Aynı zamanda studyoları da burada. Birçok Beatles sever buraya gelip studyo ziyareti yapıyor ve bu yolda fotoğraf çektiriyor. Kapak fotoğrafı bence Beatles albümleri arasında en iyisi. Bu da bizden bir hatıra kalsın :))

 

abbey-road_164958

 

WhatsApp Image 2017-02-22 at 16.36.18

 

Baker Street Yolunda

Pazar günü sakinliğinden faydalanıp o güzelim evlerin önünden geçerek istasyona geri yürüyoruz. Sırada baş tacımız dizinin kahramanı Sherlock Holmes’ün evi var. Diziyi takip edenler adresi bilir. İstasyon adı: Baker Street. Underground’ tan çıkınca karşınıza Sherlock un Heykeli çıkıyor. Tabi bunu gören Ali, 5’inci dedektif duruşu ile bana poz veriyor. Şip-Şak! Yola devam edip minik topluluğu görene kadar yürüyoruz. Sherlock Holmes ün müzesi önünde ufak bir kuyruk var. İçeriye belli sayıda insan alınıyor. Biri çıkana kadar da yenisi giremiyor. Biz en iyisi shop’a bir girelim diyoruz. Ünlü dedektife yönelik birçok hediyelik eşya mevcut. Sherlock şapkasından kibrite,dolma kalemden şemsiyeye kadar birçok şey var. Baker Street levhasında çok gözüm kaldı ama almadım. Dedim ya, cebinizden çıkacak paraya en çok dikkat etmeniz gereken şehirdesiniz!

 

Baker Street de 221B nin kapısından uzaklaşıp istasyona geri yürüyoruz. Şimdi büyük buluşmada sıra. 2008 yılında şans eseri yollarımızın birleştiği ve Brighton’da aynı odayı paylaştığım arkadaşım Alev ile bugün yani 30 yaşıma ayak bastığım ilk gün Hyde Park’ta buluşacağız. 9 yıldır onu görmemiştim. O uzun süredir Londra’da yaşıyor ve yeni evlendi. Hem onu sarıp sarmalayacağım, hem de eşiyle tanışacağım. Bu arada Hyde Park Londra’nın en büyük ve gözde parklarından biri. Yazın burada güneşi gören ingilizler çimlere yayılıp keyif yapıyor. Büyük kısmı da spor. En son gördüğüm zamana göre yılın bu mevsiminde çok boştu.

Doğum Günü

Gölün üzerine kurulmuş bir kafe de buluştuk sevgili Alevlerle. Nasıl özlemişim, o günler hakkında konuşmayı, komikliklerimizi :)) Hatta doğum günüm olduğu için çok şirin bir hediye bile aldım :)) Yanına iliştirdiği kartı, ömür boyu saklayacağım.

Gölün üzerindeki kuğular hakkında çok komik bir hikaye öğrendik. Şimdi bu güzel kuğuların Kraliçeye ait olduğunu ve onlara zarar vermenin bir devlet suçu sayıldığını burada yaşayan herkes bilir. Yakın zamanda bir adamcağız açlıktan kuğulardan birini kesip yemiş. Tabi ki ceza verilmiş ama hapse atılmaktan kurtulmuş. Çünkü adamcağız gerçekten çok fakir ve çok açmış. Adamın kuğuları kesip yiyecek kadar aç olmasına mı üzülsem, yoksa bu zarif yaratıkların Kraliçenin malı sayılması ve onlara zarar vermenin suç sayılmasına mı gülsem bilemedim.

 

IMG_8932

 

Londra’yı herkes için özel yapan şey göz alıcı dönme dolabı ve onu her saat başı selamlayan saat kulesi olabilir. Ancak bu şehri ”Benim Londra’m” yapan; kesinlikle Shoreditch bölgesi oldu. Sokak sokak klasik arabalarını aradığım mahalle halkını bile tanımadan sevdim, bağrıma bastırdım. Hafif tatlı telaşlı ama bir o kadar da dingin mahalledeki iyi kahveciler ve kahvaltı mekanları için bir sonraki yazımı okuyabilirsiniz. Aslına bakarsanız, yazıyı bile beklemeyin. Binin metroya ve Liverpool durağında inip yürüyün. O kırmızı klasiğe de benim yerime hayranlık bakışı atın :))

 

DIFC2189

 

 

Sokaklar duvar sanatçılarının imzasını taşıyor. Her köşe de harika grafitiler var. Sırf bu sebepten bile turist karşılıyor bu mahalle. Bu bölgeyi görünce Londra’nın sanat yönünü daha kuvvetli hissediyorsunuz.

 

Sevgili Londra

 

Bir diğer tüm gün keşif ve ”Benim Londra’m” bölgesi ise;  Broadway Marketten başlayıp, Columbia Road Flower Market ve oradan da Spitalfields’e doğru yürümek. Bu, Londra gezisinde mutlak surette yapılması şart olan bir rota. Sağlı sollu güzel sokaklar, evler, lokal kahveciler, sevimli butik dükkanlar, her biri birbirinden muhteşem kapılar var. İçinizin eriyeceği fotoğraf karelerini bu rota üzerinde yakalayacaksınız. Hani şu peşlerinden koştuğum, sokak sokak aradığım klasik arabalar vardı ya, bir kısmını da bu bölgelerde buldum, heyecandan öldüm :)))  Broadway Market to Spitalfields Photo Diary için tıklayın.

 

IMG_9157

 

Posta ve Müzikal

Sevgili Londra’ya gelip o tatlı posta kutularından kart atmamak olmazdı. Can arkadaş, mektup kardeş Caniko’ya (Sinem), Ali’ye (aslında kendime:)) ve de Zeno’ya, Farringdon Rd Post Office den kart attım. Ali de bana son gün Notting Hill deki postaneden attı :))  Elimize ulaşmayanlar olsa da, denemeye değerdi :)) 

Bu şehirde yapılacak en doğru şeylerden birisi Her Majesty’s Theatre‘de müzikal izlemek. Canım babam ve annemin doğum günü hediyesi, Phontom of the Opera‘ya en önden 2 biletti. Ömrüm boyunca hiç eskimeyecek ve hep hatırlayacağım bir deneyim yaşadım, duygusu kalbimde kaldı. Ne yapın edin, bu müzikali ömrünüzde bir kez izleyin.

 

 

 

Sevgili Londra

 

Güzel Londra postunu her şeyi tadında bırakmak ve yeni planlar yapmak için bitiriyorum. Bu yazının bitmesini bekleyen sevgili Didem’e selamlarımı iletiyor, Londra lokal mutfağı ve kahve-kahvaltı konseptli yazıyı okumanızı öneriyorum. (Londra yeme-içme rehberi)

Çok yakında yine görüşmek üzere Londra…

Seni seviyoruz…

 

 

Notting Hill, Londra

 

Fotoğraflar: Tuğçe TÜZÜN  –  Yiğit Ali TÜZÜN

BROADWAY MARKET to SPITALFIELDS PHOTO DIARY

Broadway Market’te airbnb den ev tutup aylarca kalasım var. Kanalın kenarında her sabah koşuya çıkıp hatta köpeğimi gezdirmek istiyorum. Soluklanmak ve günün ilk kahvesini içmek içinse köşedeki Market Cafe’yi seçiyorum. Cam kenarındaki yüksek sandalyedeki yeri her sabah 8’de rezerv etmek istiyorum. Okumaya devam et BROADWAY MARKET to SPITALFIELDS PHOTO DIARY

UBUD, BALİ

 

”Dağların ötesinden geliyorum dedi. Gören insanların topraklarından. İşte oradan, güneşe giden yoldan.” (Körler Ülkesi)

Sahip olduğunuz her şey için şükredin. Çocuklarınız için, eşiniz için, sağlığınız için, saksınızdaki çiçekleriniz için. Başınızı kaldırdığınızda görebildiğiniz kuşlar için. Şarkı söyleyebildiğiniz ve cırcır böceklerini duyabildiğiniz için. Sabah tanımadığınız birine “günaydın” deyin, bir anda mutlu olacaksınız. Bir kere yapın. İnsanlardan kaçmayın, somurtmayın. Birazcık gülümseyin, hepsi bu kadar🌻

Ubud, şükretmek demek bunu anladım. Her sabaha, her kahve çekirdeğine, her pamuk ipliğine ve hissedebildiğimiz iyi-kötü her şeye. Öyle güzel duygular ve farkındalıkla geri döndüm ki, devam ettirdiğim şehir hayatı sanılanın aksine beni daha az yormaya başladı. Önceden olsa geri dönünce üzülür, metrobüse biner sıkılır, en sevdiğin mekanlarda oturacak masa arar strese girerdik. Şimdi daha kabullenmiş ve nerede yaşamak zorunda olduğumuzun farkında olarak döndük. Nefes alabilmek için önce oksijeni solumamız gerektiği gibi ”iyi yaşamak” için bardağın dolu tarafını görebilmeyi öğrenmiş olarak geldik. Trafikten, kalabalıktan ve yorucu her şeyden iyi bir taraf keşfedebilmek. Veya bazı şeyleri olduğu gibi kabul edebilmek, her daim şikayet etmekten daha verimli ve yaşanılabilir kılmaz mı hayatı? İşin felsefe kısmına girmeyeceğim elbet, bu yüzden Bali yazısının devamı olan Ubud için söze başlıyorum.

Sırada şu çok ünlü, dünyanın en pahalı kahvesi olan Luwak Coffee için bir tadım merkezine geliyoruz. Kahve çekirdekleri, vanilya, kakao ve birçok özel bitkinin ağaçlarını tanımakla başlıyoruz. Bu özel kahvenin yaratıcısı minik sansarları görüyoruz kafeslerde. Farklı aromalarda kahve tadımı yapıyoruz. Luwak Coffee hariç tüm tadımlar ücretsiz. Luwak ise 5$

Satın almak isterseniz 50gr’ı 60 tl falandı. Biz almadık. Aldığımız birkaç çay çeşidi ve kahve alışverişleri için bile tüm Bali alışverişlerine yaklaşacak tutarda ödeme yaptık. Sanırım en pahalı harcamamız burada oldu :((

Sırada  Pura Gunung Kawi var. Burası çok büyük bir kutsal mekan. Yine içeri girerken sarong bağlıyorsunuz belinize. Bu tapınağın içindeki hava inanılmaz pozitif ve sakin. Gerçekten huzurlu bir mekan. Bunu kemiklerinize kadar hissedebiliyorsunuz. Aynı zamanda Kutsal Su Tapınağı denilen bu tapınakta birçok çeşme var. Kadınların ve erkeklerin çeşmeleri farklı. Bazıları bu çeşmelerin altına girerek yıkanıyorlar. Dilek diledikten sonra havuzun içine bozuk para atmak adetten. Yanımızda hiç bozuk para olmadığı için bir önceki hıdrellezde kurdele ile sarılmış uğur paramızı söküp attık Ali’yle. Arya’ya bunu açıklamakta zor oldu tabi. Bu para neden kurdeleli, havuza ne atıyorsunuz? :))) Umarım dileğimiz tepetaklak olmaz :))

Arya’nın bizi son olarak götürdüğü Tegalalang Rice Terrace, inanılmaz güzeldi. Bali’de heryer pirinç tarlası ancak burası için en gösterişli olanı diyebiliriz. Çok erken saatte gelebilirseniz daha sakin fotoğraflar yakalayabilirsiniz.

 

 

Blue Karma Hakkında

Otele vardığımız pilimiz bitmiş, hava kararmıştı. Fakat bahçeye girer girmez bir anda canlandık :)) Evet bekar arkadaşlar; balayında nereye gidelim nerede kalalım dediğinizi çok sık duyuyoruz. Size vereceğimiz cevaplardan 2.si Blue Karma Ubud oldu. Birincisi için; tıklayın ;)) Burası küçük, yeterli, sevimli, sakin, kolay ve rahat bir butik otel. Otel full dolu iken bile havuzda yalnız olabilmek bir lüks. Nasıl oluyor, bizde anlamadık.

Otel genel alanında restoran, havuz, resepsiyon ve odalara ulaşım çok rahat. Avista Hideaway gibi dolambaçlı değil. Odalar bir harika! Farklı boyutlardaki bungalow da sabah uyanır uyanmaz kapımızı açtığımızda terlik giyme zahmetine girmeden çimlere basmak. Birkaç adım attıktan sonra otelin bitişiğindeki pirinç tarlasına günaydın demek ve verandada ormana doğru sabah yogası yapmak. Anlatamayacağım kadar mutluyduk. Her sabah taze bir gün olduğu kadar, mutlu bir gündü. Gün, 6:15 te doğuyordu ve tüm ada bu saatte uyanıp güne başlıyordu. Bir insan nasıl bu kadar enerjiyle uyanır? Uyanır uyanmaz yapraklardan süzülen gün ışığını yüzümde hissettiğimde yaptığım şey; güneş dansı yapmaktı. Gülebilirsiniz 🙂 Ama bana göre bu; kesinlikle mutluluğun göstergesiydi. İnsan ancak çok mutluysa sebepsizce dans eder, değil mi? :)) Her sabah çimlere basıp koşuşturmak, bazen görevliler tarafından yakalanmama sebep oluyordu. Karşılıklı gülümsemeler, kıkırdamalar, good morning ler havada uçuşuyordu. Ne güzel bak, mutluluk bulaşıcıymış!

Monkey Forest

Bugün çok ama çok meraklı bir yere gidiyoruz :)) Kutsal maymun ormanı! Monkey Forest, Ubud merkeze çok yakın bir bölgede. Merkezden yürüyerek gidilebiliyor. İçeri giriş cüzzi bir ücretle. Girdiğiniz gibi irili ufaklı maymunlarla karşılaşıyorsunuz. Muz satan bir stant var, muz alın ama hemen çantanıza koyun. Görürlerse hemen size doğru koşuşturuyorlar. Panik olabilirsiniz :))  Buraya Ali’nin panik videolarını eklemeyi çok isterdim ama neticede kocam :)) Minik olanları gözünüze kestirin ve çantanızdan muzu çıkartıp elinizde tutun. Hiçbir kötülük yapmadan üstünüze çıkıp muzu alıp iniyorlar :)) Amaç sadece muza ulaşabilmek 🙂 Bununla ilgili bir videomu buraya iliştiriyorum, izleyiniz 🙂

Sari Organic Yolunda

Ertesi gün, Ubud’a gelmeden önce araştırarak bulduğumuz ve çok tavsiye edilen bir restoranı görmek için yollara koyuluyoruz. Burası merkez de değil, hatta yol üstünde bir yerde de değil. Haritadan baktığınızda pirinç tarlalarının orta yerinde bir yer gibi duruyor. Ne şanslıyız ki otelimizden buraya giden bir patika yol mevcut. Genelde sadece bir kişinin yürüyebileceği genişlikteki patikayı yayalar, bisikletliler, bazen de motorlar kullanıyor. Tabi ki en başta Ali’nin tereddütleri vardı. Ama ben Japonya’da bile en gizli tapınakları elimle koymuş gibi bulan biri olarak kendime güveniyorum. Ve tabiiki telefonumun navigasyon mucizesine :))

Yürüdükçe patika güzelleşti. Yürüdükçe harika villalar, minik resim galerileri ile karşılaştık. Yeşilin elli tonu, okula giden sırt çantalı minik balililer ve bisikletle işine giden amcalar teyzeler gördük. O kadar çok yürüdük o kadar yorulduk ki, yorgunluk-mutluluk birbirine karıştı. Burası Ubud’un çekirdeğiydi ve diğer her yer buradan büyümüştü. Burası sanki Alice’in içine düştüğü çukur gibiydi. Ördekler, kulübeler, cafe mi meditasyon evi mi karar veremediğimiz mekanlar, sükunetle enerjinin karma karışık hissi vardı. Üzerinde yürüdüğümüz patikanın bu dünyada asla ve asla var olmayacak kadar ruhani olması garipti. Eğer biz Alice harikalar diyarındaysak, lütfen kimse bizi bu çukurdan çıkarmasın!  Hissettiğimiz tam olarak buydu. Eğer bu patikayı keşfetmemiş olsaydık, Ubud bizim için biraz daha farklı olabilirdi.

Kim burada yoga yapmak istemezki? Babam buradan geçiyor olsaydı eminim o bile isterdi :))) Sonunda istediğimiz yere ulaştık. Ve pirinç tarlasına sarkan balkondaki bir masaya kurulduk.

Ubud Merkezde harika bir nilüfer bahçesi var. Gizli biraz. Ama kime sorsanız gösterirler. Gezmeden geçmeyin.

 

Yine gelmeden önce merak ettiğimiz yerlerden biri de Goa Gajah Temple’dı. Fil tapınağı olarak da geçiyor. İlginç bir mağara. İçi küçücük. Görünce bu mu yani dedik ama dışı gerçekten orijinaldi. Buraya da otelden taksi ayarlayarak ve gezi boyunca bizi beklemesini söyleyerek gittik. Bali’ye gelip yapmadığımız için çok ama çok üzüldüğümüz şey neydi? Kesinlikle ağaç oymacılığı üzerine yeteri kadar yer gezmemiş olmamız. Bunun için ayrı bir bütçe ayırarak buraya gelmek gerekli. O kadar iyi sanatçılar ki, yaptıklarını görmeniz gerek. Kapılar, masalar, sehpalar farklı birçok büyük ev eşyaları. Evinize gönderim konusunu sakın dert etmeyin, her şeyi düşünüyorlar. Sadece acele etmeyin yeter.

Gootama Sokağı

Ubud merkezde barlar sokağı gibi bir sokak var. İsmi Gootama. Bu sokaktaki tüm restoranlar harika. Hepsini tek tek yazamasam da (bir çoğuna girdik) keyifliydi. Fakat yoğun saatleri var. Özellikle akşam yemeği saatlerinde bunların birçoğu full oluyor. Mesela tripadvisor mükemmellik sertifası olan Biah Biah için öğlen saatlerini tercih etmiştik. Ayrıntılı halini Bali Food yazısından okuyabilirsiniz.

Ve yine aynı sokakta bitişik restoran. Burada harika ballı, çubuk tarçınlı özel karışım bitki çayları var. Dikkat edin, bazen çubuk tarçınlara karıncalar ortak olabiliyor.

Her şeyiyle kalbimizi kazanan Bali ve özellikle Ubud… Tavsiyeler konusunda yine Ebru’ya ve Nihan’a teşekkürler. Buradan yolu geçenler olarak onlarda kalplerinden bir parçayı Ubud’da bırakmışlar. Tüm Ubud severlere ortak dileğim, yolumuz en kısa zamanda tekrar düşsün inşallah! Hatta hep birlikte :))

Teşekkürler: Nihan Küfteoğlu Cengiz, Ebru Koru

Fotoğraflar: Tuğçe Tüzün – Yiğit Ali Tüzün

Video:

SEVDALUK KARADENİZ

Geçen seneki gibi yine Trabzon havaalanından araç kiralayarak Rize-Çamlıhemşin’e bu kez 4 kişi geldik 🙂 Bu tatili aylar öncesinden planladığımız için heyecan dorukta, daha öncesinde Karadeniz in büyülü havasını yaşamamış can dostlarımıza buranın güzelliklerini bir yandan anlatıp bir yandan gösterebilmek için yarışıyoruz adeta Ali’yle 🙂 Programlıyız, telefonlarımıza yüklediğimiz Karadeniz şarkılar arabamızda ince ince çalıyor. Eşlik eden biz, göz bebeklerimizden yansıyan yeşilin her tonu ile gülücükler saçarken ”yeniler” yolun çetrefilliğinden bihaberdi.
KaradenizKaradeniz 2

İlk durak elbetteki Çinçiva köyü. Çinçiva Kahve yol yorgunluğunu atmak,iyi demlenmiş çay içmek için en güzel yer. Karnımız da acıkınca çayın yanına en iyi ne gider? Ekmeğimi banıcam nerde benim muhlamam??  :)) Yolumuz daha uzun. İlk gün Gito’ya çıkacağız. İkinci gün Pokut’a. İkiside buradan ortalama 1 saati buluyor. Yol zahmetli. Gito yolu Pokut’a göre nispeten daha iyi olsa da yukarı çıkarken telefon edip birşey lazım mı diye sormakta yarar var. Zaten telefonda çekmiyor yukarılarda. Tam biz bizeyiz 🙂 Biz en iyisi biraz ekmek alıp yola koyulalım 🙂 Aaa bu arada çinçivada yol kenarında teyzeler çok güzel işler yapmışlar. Ayaklarınız üşümesin diye patikler alabilirsiniz. Ben daha önceki ziyaretimde aldığım için bu sefer bu başımdakini aldım 🙂 Bence hepsi benim olmalı :))

 

_MG_0245-vertÇinçiva Köyü, KaradenizPokut, Karadeniz

Yine Pokut Yollarında

Gito’yu bir önceki yazımda anlatmıştım. Okumak için buraya tıklayabilirsiniz. İkinci gün heycanla Pokut’a çıktık. Dediğim gibi yol daha zorlu. Kesinlikle 4×4 bir araçla çıkılabiliyor sakın normal araçla çıkmaya çalışmayın. (Eğer bir offroad çu değilseniz). Ali geçen yıldan bu yana Ahmet amcayı dilinden düşürmediği için çok heycanlı 🙂 Yasemin de bizi bekliyor. Ahmet amca ve Yasemin Pokuttaki Plata’da Mola yayla evinin sahipleri bir baba-kız. Geçen yılki Pokut yazımı buradan okuyabilirsiniz. O leziz yemeklerin tadı hala damağımızda,akşam ne pişiyor heyecanı zorlu yolda bir nevi telkin oluyor bana. Bu arada yemeğimiz de şöyleydi 🙂

Platoda Mola, Pokut, Karadeniz

Yukarı çıkınca Ahmet amca bizi karşıladı. Sohbet, sıcak çay.. Evimizdeyiz.. Mis gibi Pokut. Mis gibi manzara. Hava bize kıyak yapmış,sis yok. Öyle ki burada sis yoksa şanslısınız demektir. Yoksa bazen gelen misafirler açık hava görmeden gitmeleri gerekebiliyor. Ama biz onlardan hiç olmadık 🙂

20160620_124014-vertPokut Yaylası, Karadeniz20160620_084950-vertPokut Yaylası, Karadeniz

Akşamüstü Ahmet amca bizi yürüyüşe çıkardı. Ev ahalisi (konaklayanlar) hep birlikte aldık kameralarımızı peşi sıra sıralandık Ahmet amcanın. Gün batımını izlemekti amaç. En güzel yerden. Yani ”bulutların üstünden” Görüntü inanılmayacak güzellikte. Güneş hiç görmediğim kadar büyük. Kendimi bulutların üstüne bırakmamak için savaş verdim diyebilirim. Burası gerçek anlamda büyüleyici! Ey gidi Karadeniz.

IMG_9617-vert

Eğer yoga yapıyorsanız, çok kıymetli bir yer burası. Alın matınızı, sabah erkenden çıkın kırlara, beğendiğiniz bir manzaraya serilin. Huzurun altın anahtarını bulacaksınız dağlarda. Tepede bir kayanın üzerinde, ormana bakan yamaçta, bulutlara bakan tahta bir bankın üzerinde veya Plato’da Mola‘nın o güzelim verandasında gevşeyin, huzur bulun. Huzur Pokut’ta.. Huzur yoga’da. Huzur içimizde ;))

IMG_9870-horz-vert

IMG_9938-vert

Pokutta Geyik mi varmış? Videosu için tıklayın ;)))) – Ormanda yürüyüşe çıkan 2 genç kızın manzarasızlığı 😛 Havada sis varsaaa 🙂

Pokutta sıradan bir sabah videosu için tıklayın.

 

Fotoğraflar: Sinem Güneş Sedef – Gökay Sedef

                          Yiğit Ali Tüzün – Tuğçe Tüzün

 

Sevdaluk Karadeniz