NOORDHOEK, CAPE TOWN

Bana bir kasaba söyleyin ki, onu gördükten sonra aklınızı, kalbinizi orada bırakıp gelmiş olun. Hele bir de gerçek bir evde kalıp, mahallenin marketinden peynirinizi, odununuzu aldığınız bir yuva hissiyatı geldiyse, oradan kaçışınız olmayacak demektir. Döneli haftalar, aylar belki de yıllar olmuştur ama o ev sizin oradaki yuvanız olarak kalmıştır. Üstelik her şey dört dörtlük de değildir. Belki bazı sorunlarla uğraşmışsınızdır, bazı aksilikler de yaşanmıştır. Ama zaten bu değil mi evi yuva yapan? Her haliyle yaşanmışlık içinde size o sıcacık duyguyu yaşatan. İşte Noordhoek’te kaldığımız bu kulübe evi, bizim Cape Town’daki yuvamız artık.

Evi Airbnb’den kiralamıştık. Genelde gittiğimiz yerlerdeki evleri kontrol edip, seyahate uygun olarak seçim yaparız. Ve Airbnnb bizim çok sevdiğimiz bir konaklama çeşidi. Bunu; o ülkenin/şehrin ruhunu tamamen hissedebileceğiniz önemli bir seçim olarak görüyoruz. Eğer bu uygulamayı daha önce kullanmadıysanız, İdeal Airbnb Evi Bulma Kılavuzu yazısına göz atabilirsiniz.
Çocukla bir Cape Town tatili için; Çocuklu Aileler İçin Cape Town Rehberi yazını okuyabilirsiniz.

Noordhoek Bölgesi Hakkında

Chapman’s Peak’in eteklerinde, upuzun uzanan tertemiz kumsallarının üzerinde atların koştuğu, geceleri baykuşların homurdandığı, sokaklarında yürürken atıyla kruvasan almaya giden yerel insanlarını görebileceğiniz, her evin camından muhteşem bir manzaranın izlendiği kırsal atmosferi ve rustik görünümüyle bizi büyülemiş bir bölge. Daha doğru nasıl anlatabiliriz bilmiyoruz. Şaşkınlık, heyecan ve zevk dolu. 

Sabah kısacık bir yürüyüşle Noordhoek Plajı‘na ulaşabilirsiniz. Burada çocukların rahatlıkla oynayabileceği bir lagün ve tırmanmak için bolca kaya var. Etrafta köpeklerini gezdiren insanlara ve üniformaları ile sahilde temizlik yapan görevlilere rastlayabilirsiniz. Sabah yüzünü Atlantik sularında yıkayanları saymıyorum.

Noordhoek Farm

Burada tüm günü geçirebileceğiniz bir dizi dükkan, restoran, şarküteri, kahve dükkanı, dondurmacı hatta canlı müzik mekanı var. Tam donanımlı bir oyun alanı ve taze meyve suları sunan bir dükkan. Yani Noordhoek’in sizi başka hiçbir yere göndermeye niyeti yok.

Cafe Roux


Yılın neredeyse her günü canlı müzik sunan popüler bir mekan. Noordhoek Farm’ın içinde ve nefis pizzaları var.

Foodbarn


Bölgenin kaliteli ve nitelikli yemek ihtiyacını karşılamak için şef Franck Dangereux tarafından açılan restoran. Mevsime göre değişen malzemelerden oluşan cesur menüsü, her gurmenin planına eklemek isteyeceği türden. Fine dining’in çocuk dostu da olabileceğine kanıtlayan bir oyun alanı var. Yemeğinizi söyleyin ve elinizdeki kadehi bir anlığına bırakın. Böyle bir an, biraz yavaşlık istiyor.

Foodbarn Deli

Kendi üretimleri organik ürünler, kaliteli şaraplar ve lezzetli hamurişleri ile arayıp da bulamadığınız her ürünü bulabildiğiniz bir bakkal gibi. Foodbarn restoranın kardeş şarküterisi gibi. Aynı zamanda leziz öğle ve akşam yemekleri yiyebileceğiniz bir restoran.

The Roost

Bölgede elinize alabileceğiniz en iyi kahve yapan yer. Ahşap teraslı sınırlı bir oturma alanına sahip. Öyle güzel bir enerjisi var ki, buradaki neşeli personelin birkaç söz atışıyla yüzünüz gülebilir. Yağmurlu bir günde sığınabileceğiniz veya sahile gitmeden önce kendinize biraz kafein takviye edeceğiniz tatlı bir yer. Çekirdek kahve alabilir, küçük tatlı atıştırmalıklarını deneyebilirsiniz.

Cape Point Vineyard

Yaz aylarında her çarşamba yapılan yemek pazarıyla ünlüdür. Ortasında özellikle gün batımında müthiş bir manzara veren bir göl vardır ve burada rezervasyonla çimlere yayılabileceğiniz bir piknik ayarlanabilir. Aynı zamanda restoranında ürettiği şarapların birkaçını dünyanın en iyi sushileri eşliğinde tadabilirsiniz. Bizim için Noordhoek’in cevherlerindendir.

Bunun yanında kuş popülasyonuyla da başka bir cennettir. Görkemli dağların üzerinde uçan kartalları izleyebilir, çığlıklarının yankısını duyabilirsiniz. Bahçelerde ve diğer kamusal alanlarda dolaşan domuzlar, tavuklar, inekler, tavşanlarla, çocukların doğayla daha yakın ilişki kurabileceği daha iyi bir yer yok.

ÇOCUKLU AİLELER İÇİN CAPE TOWN REHBERİ

Neden hiç kimse çocuklu bir ailenin tüm fertlerinin keyif alacağı o şehirden bahsetmiyor? Cape Town, çocuklarla seyahat etmek için mükemmel bir şehir. Elbette beklentiler herkese göre değişir, ancak burada beklediğinizden fazlası var. Şimdi, çocuklarla Cape Town Rehberini açalım.

Seneler önce havaalanında karar değiştirmemizle, Güney Afrika’nın bu güzel şehrine uçuşumuz üzerinden 8 sene geçmiş. O zaman çocuksuz, rahat, bir şehri dibine kadar keşfedebilme ateşiyle yanan yeni evli bir çifttik. Dolayısıyla Cape Town’a gelince neler yapılması gerek listesine bol bol tik atabildik. Şehir ile ilgili genel bilgileri, ‘Dünyanın Dibi Cape Town‘ yazısından okuyabilirsiniz. Buna ek, 2015’te yaptığımız turda, nerelere gittik, hangi noktaları tikledik diye merak ederseniz de ‘Cape Town’da Bir Hafta‘ yazısı orada duruyor.

Ne istediğinize bağlı olarak bir tur alabilir, kendi turunuzu yukarıdaki yazıdan yararlanarak oluşturabilirsiniz. Bu yazı bunlara ek, çocuklarla daha keyifli ve rahat bir tatil için bir rehber niteliğinde olacak. Çünkü iddia ediyorum ki dünyanın diğer ucundaki bu şehir, küçük bir çocukla çıkacağınız tatil için en doğru seçim olacak.

Çocukla Cape Town

CAPE TOWN’DA ULAŞIM SEÇENEKLERİ

Uber: Şehir içini yürümek dışında dolaşmanın en mantıklı seçeneklerinden biri. Araç park yeri aramak veya doğru otobüsü bulma zahmetine girmeden, uygulama ile bir Uber çağırıp rahatça şehri gezebilirsiniz. Eğer pusette oturmaktan keyif alan veya yürümekte sorun yaratmayan bir çocuğunuz varsa, merkezde birçok yerin yürüme mesafesinde olduğunu da unutmayın.

My CitiBus: Şehri dolaşmanın en uygun yollarından biri. Merkezdeki ana istasyonlardan bir bilet alıp gün boyu kullanabilirsiniz. Kırmızı ve Mavi iki hat var. Gezmek istediğiniz bölgeye göre duraklarda inip, yine aynı biletle ve bir sonraki gelen otobüs ile tura devam edebilirsiniz. İn, gez, bin ve devam et..

Araç Kiralama: Sağdan mı gidiyorduk, soldan mı diye şaşkınlık yaşamayacaksanız, trafiğin soldan ilerlediği şehirde çocukla birlikte olabilecek en konforlu seçim. Cape Town’da araç kiralama çok yaygın ve oldukça güvenilir. Yeter ki doğru firmalarla, yaptığınız sözleşmenin içeriğinden emin olun. Kesinlikle aldığımız en doğru karardı. Ters trafik sizi çok korkutmasın, birkaç saat içinde direksiyonun sağda olmasına alışıyorsunuz.
Avis, Europcar, First Car, Rentalcars gibi seçenekler var. Hepsinin direkt havaalanına bağlantısı olan ofisleri var. Uçaktan inip, araç kiralama tabelalarını takip ederek ofislere ulaşabilirsiniz. Burada tavsiyelerimize kulak vermeniz önemli. Birincisi, mümkünse aracınızı önceden, internet siteleri aracılığıyla kiralayın. İşlemleri ofiste yapın. İkincisi sigortaya dahil edilen açıklamaları dikkatlice okuyun. Cape Town güvenli bir şehir olsa da halkın bir bölümü oldukça fakir. Ve arabanızda açıkta, görünür halde bıraktığınız çanta veya değerli eşyalarınızı almak için camı kırmaktan geri kalmayabilirler. Sigortadan tasarruf edeyim diye düşünüp, aracın cam masrafını ödemek zorunda kalmamak için, sigortanızı herşey dahil olan tam sigorta yapmanızı tavsiye ederim. Ve elbette, çocuk koltuğu dahil etmeyi unutmayın. Bu ek bir ücrettir ve trafiğin tersten aktığı bu şehirde kesinlikle elzemdir.

ÇOCUKLA KONAKLAMANIN EN ŞAHANESİ

Sakın sakın, çok önemli bir gerekçeniz yoksa (ne gibi bir gerekçe olabilirki) otel seçeneği ilk seçeneğiniz olmasın. Bu şehirde, her bütçeye uygun öyle güzel evler var ki, aklınız durur. İsterseniz şehir merkezinde, popüler olan mahallerde küçük bir ev kiralayıp, iki sokak arkadaki fırından kruvasanınızı almak için çıkın, ister bizim gibi şehrin banliyölerinde şirin bir kulübe kiralayıp her sabah okyanusa koşun. Bu tatilden beklentiniz neyse, buna uygun bir bölge seçip araştırmaya başlayın. Görmek istediğiniz yerlerin listesiyle konum belirlemek çok mantıklı. Ayrıca airbnb’yi daha önce hiç kullanmadıysanız, doğru evi bulmakla ilgili ipuçlarını içerek İdeal Airbnb Evi Bulma yazısına buradan ulaşabilirsiniz.

Cape Town’da görülecek noktalar çok dağınık. Bu yüzden merkezde olalım diye bir kaygı yok. Biz hem doğanın keyfini çıkartmak, hem farklı deneyimler yaşamak, hem de sanki burada da bir evimiz varmış gibi hissetmek için bir sahil banliyösünden kulübe kiraladık. 2 odalı, alarmı ve otoparkı olan, aynı zamanda da müthiş bir okyanusa manzarası olan bir kulübe. Gittiğimiz dönem, Cape Town’ın kışa girdiği daha serin bir ay olan Mayıs ayıydı. Dolayısıyla bu, daha az turist, daha rahat rezervasyon, hatta daha ucuz konaklama demek. Akşamları hava oldukça soğuduğu için evde bir ısıtıcı veya soba olmasına dikkat ettik.

ELEKTRİK KESİNTİLERİ

Cape Town’da hala yük atma adı verilen elektrik kesintileri uygulanıyor. Bu karartmaların saatlerini önceden duyuran bir uygulama mevcut. İsmi: ESP Loadshedding. Evinizi kiraladığınız bölgeyi veya otelin bulunduğu adresi yazıp o gün hangi saat aralığında elektrik kesintisi olacağını kontrol edebilir, buna göre günü planlayabilirsiniz. Biz bu kesintilerin olduğu saatlerde çoğunlukla yola çıktık veya kesinti biteceği zamanlarda eve dönüş yaptık. Hatta daha da ileri giderek bunu fırsata çevirip akşam yemeklerimizin bir kısmını mum ışığı eşliğinde romantize ettik. Evlerin tamamında yeteri kadar ışıldak veya mum mevcut. Size düşen, onları düzenli şekilde şarj etmek.

Ayrıca birçok evde ocak gaz ile çalışıyor ve sıcak su akmaya devam ediyor. Bazısında internet hattı başka bir elektrik hattına bağlı olduğundan veya küçük bir jeneratör kullandığından hayatınıza devam etmek kolaylaşıyor. Bu şekilde yemek yapmaya devam edebilir, duş alabilir veya online çalışabilirsiniz. Ve elbette odun şöminesini yakıp keyif yapmak için hiçbir engel yok.

Çocuklarla Hangi Bölgede Kalalım?

Çocuklarla çıkılan bir tatilde yemeği keyifle yeyip, birbiriyle sohbet edebilen kaç kişiyiz? Cape Town’da merkezden uzaklaştıkça her şey daha da güzelleşiyor. Örneğin şarap çiftlikleri artıyor, restoranların alanları büyüyor. Bu demek oluyor ki çocuklar için alan da artıyor. Camps Bay, Constantia, Hout Koyu, Noordhoek, Fish Hoek merkezden daha güneye inerken değerlendirebileceğiniz bölgeler. Tahmin ettiğiniz gibi güneye indikçe nüfus azalıyor. En güneydeki kasabadan (Fish Hoek) merkeze uzaklığınız en fazla 35 dakika sürer.

Bir de şarap çiftliklerinin büyükçe alanlara yayıldığı başka bir bölge daha var. Güney Afrika’nın Western Cape eyaletinde, Cape Town şehir merkezinin yaklaşık 45 km doğusundaki Stellenbosch Kasabası. Burada, irili ufaklı, çoğu birinci sınıf üretim yapan yüzlerce şarap çiftliği var. Yine çoğunda şarap tadımı yapılabildiği gibi, kendi restoranı da var. Ve bilin bakalım bu çiftlikler yalnızca şarap sever anne babaları, neneleri dedeleri düşünmekle kalmamış, çocuklar için de farklı alanlar yapmışlar. Bunlardan bazılarını aşağıda belirteceğim. Bu yüzden seçiminize bağlı, konaklama için, bu bölgede seçenek olabilir. Buradaki evleri biraz daha büyük, müstakil tatil evleri gibi düşünebilirsiniz. Merkeze uzaklığınız, kendi aracınızla yaklaşık 40 dakika olur.

Canım, Noordhoek Mahallesi


Bizim konaklamak için tercih ettiğimiz bölge, Noordhoek. Chapman’s Peak dağlarının eteklerinde ve upuzun uzanan tertemiz bir plajı var. Sabah kısacık bir yürüyüşle Noordhoek Plajı‘na ulaşabilirsiniz. Burada çocukların rahatlıkla oynayabileceği bir lagün ve tırmanmak için bolca kaya var. Etrafta köpeklerini gezdiren insanlara ve üniformaları ile sahilde temizlik yapan görevlilere rastlayabilirsiniz. Sabah yüzünü Atlantik sularında yıkayanları saymıyorum.

Bölge en çok at çiftlikleriyle biliniyor. Dolayısıyla sabah biraz hamurişi almak için sokaklara çıkarsınız, atına binmiş kahve almaya giden mahalle sakinleriyle günaydınlaşabilirsiniz. :)) Ve bir sabah çocuklarla at tarlalarından birine yürüyüp atlara havuç verebilir, onları sevebilirsiniz. Bundan daha basit ama daha eğlenceli, daha çabasız ama daha bulunmaz bir aktivite ne olabilir, söyleyin? Bununla birlikte bahçelerde ve diğer kamusal alanlarda dolaşan domuzlar, tavuklar, inekler, tavşanlarla, çocukların doğayla daha yakın ilişki kurabileceği daha iyi bir yer yok. Bu mahalle ile ilgili hakkı olan ayrıntıyı, Noordhoek yazısından okuyabilirsiniz.

UĞRAMANIZ GEREKEN DİĞER YERLER

Imhoff Farm

Eşsiz bir manzaraya sahip, güzel yiyecekler, benzersiz butikler, şarap dükkanları ve içinde birçok hayvanı barındıran bir ağıl bulunan çiftlik. Çocuklar ve aileler için her şey düşünülmüş. Çocuğunuz ağıldaki hayvanları besleyebilir veya iyi tasarlanmış oyun alanında eğlenebilir. Cazip yiyeceklerin, Hout Körfezine veya Noordhoek sahiline bakarak servis edildiği Blue Water Cafe, pazartesi günleri kapalı. Nefes kesici dağ manzarasına karşı yemeğimizi yerken, bizim oğlan restoranın kurumuş bir ağaçtan dönüştürülen parkında dakikalarca oynadı. Çünkü onun da önünden atların yürüdüğü muhteşem bir manzarası vardı.

Slangkop (Kommetjie Lighthouse)

Evimizin manzarasından akşamları bir yıldız gibi parlayan deniz fenerini görünce, ‘aaa şurada bir deniz feneri varmış, gidip onu yakından görelim.’ dediğimiz ve bize sürprizler yapan bölge. Kommetjie kasabasında, ingilterede üretilmiş dökme demirden oluşan bu deniz fenerine turlar da yapılıyormuş. Biz buna katılmadık ama hemen bulunduğu yerden, kıyı boyunca ahşap patikaların uzandığı sahilde yürüyerek güneşi batırdık. Burası pitoresk, çarpıcı bir doğal çevreye ve nefes kesici bir okyanus manzarasına sahip. İyi ki güneş batmadan 15 dakika önce, termosta kahvemizle aracımızı buraya sürmüşüz. Özellikle ben buradan öyle etkilendim ki, dünyada sayılı kalan gerçek bir deniz feneri bekçisiyle tanışabilmenin hayalini kurdum. Evet, fener otomatik olsa da, hala bir deniz feneri bekçisi tarafından yönetilen dünyadaki birkaç deniz fenerinden biri.

Spier Wine Farm

Stellanbosch’daki tarihi 1692’lere dayanan en eski şarap çiftliklerinden biri olsa da burayı ziyaret etmekteki amaç şarap tadımından çok sunduğu diğer aktivitelerle ilgilidir. Geniş bahçelerinde sunulan kır pikniğindeki yiyecekler, kendi ürettikleri veya çevredeki çiftçiler tarafından yetiştirilen malzemelerle hazırlanmıştır. İnsanlara çevre bilincini yerleştirmeye amaçlamış bir dizi programa da ev sahipliği yapar. Sürdürülebilirliğe olan bağlılığı ile tanınmış bu çiftlik, Koruma Şampiyonu ünvanına layık görülmüş aynı zamanda misafirlerine konaklama sunan bir aile işletmesi.

Buradaki şarap arazisinde Segway turlar yapılıyor. Hepsinin yanında inanılmaz bir doğal kuş çeşitliliğine sahip. Arazide dolaşırken sık sık bir kartalla karşılaşabilirsiniz.

Hepsi tamam, peki çocuklar?

Siz şarap tadımı yaparken, 2-12 yaş arası çocuklara bakım hizmeti veren bir odaları var. Çocuklar da kendi aktivitelerini yapabilir ve sonunda birkaç çeşit üzüm suyu tadımı yapabilirler.

Aynı zamanda açık bir oyun alanı var ki, şahane! İsmi Elemental Play Garden. İsminden de anlaşılacağı üzere dört unsuru temsil eden bölümlere ayrılmış. Ateş, su, hava ve toprak. Yerli bitkiler, yerel zanaatkarlar ve malzemeler kullanılarak tasarlanmış bu oyun bahçesinde her şey güvenli. Su, arıtılmış temiz su. Böylece çocuğunuz ayakkabılarını çıkartıp su kanalının içinde koşmak isterse, sıçrayan suları dert etmeyin. İçinde Fibonacci Dizisini simgeleyen spiral bir su yolu var. Doğada birçok desenin (mesela deniz kabuğu veya bir çiçeğin taç yaprakları gibi) bu kuralı takip etmesine vurgu yapar.

Blaauwklippen

Tarihi yine 1682 yıllarına dayanan çok eski bir şarap üretim çiftliği. Stellenbosch’un güzel manzarasına karşı sıcacık bir ev hissi veriyor. Yeniden gitsem burası için daha özenli bir plan yapmak isterdim. Hafta sonları, sabah 10’dan akşam 4’e kadar, mevsimsel ve yerel gıdanın sunulduğu bir aile pazarı kuruluyor. Küçük üreticilerden gelen peynir, zeytin ve taze pişmiş ekmekler tadarken, moda ve mücevher tezgahlarına göz atabilirsiniz. Burada güzel kahve satın alabileceğiniz bir Deli ve hemen önündeki açık alanda kahvenizi yudumlayabileceğiniz ahşap bank ve masaların olduğu bir çocuk oyun alanı var. Ağaçların altında, öğleden sonra güneşini hissetmeyeceğiniz, tatlı bir ortam.

Yine Blaauwklippen içinde heyecanlı çocuklar için tasarlanmış bir bisiklet parkuru mevcut. Bizim burası ile tanışmamıza sebep olan etkinlik aslında bu. Dilerseniz buradaki boy boy bisikletlerden kiralayabilir ya da kendi bisikletinizi kullanabilirsiniz. Onun için de ufak bir ücreti var. Biz dünyanın bir ucuna kendi bisikletimizi de götürdüğümüz için, yalnızca kask rica ettik. Bakın, bu parkurun mutlu etmeyeceği bir çocuk tanımıyorum. Yalnızca izlemekle bile nasıl keyif dolduğumu tarif edemem. Çünkü her konunun arkasında büyükçe bir manzara yatıyor :))

Boulders Beach

Simon’s Town’daki bu sahili istila eden minik Güney Afrika Penguenlerinden hatırlarsınız. Hani şu dizi dizi kayaların üzerinde gezen, bir anda arkanızda beliren bacaksızlar. Bu şehre ilk geldiğimizde tabii ki tura burayı da dahil etmiştik. Ve her turist gibi sahile girilen kapıdan biletimizi alıp, ahşap izleme teraslarında ilerleyerek bu küçük dostlarımızı seyre dalmıştık. Kıdemli bir gezgin olarak bu sahildeki kumlara ayak basabilmenin yöntemini öğrenmiş şekilde, oğlum ve sevgilimle o ahşap izleme yolundan sapmadan, az ilerideki küçük kapının ardındaki yoldan yürümeye devam etmemiz gerektiğini bilerek, kendimizi Boulders Beach’in serin kumlarında bulduk.

Bulut, 16 derecelik Atlantik sularında deniz kabuğu toplarken ben kuma bir havlu serip oturdum. Güneş, mayoyla oturabileceğimiz kadar ısıtıyordu ama su.. buz gibiydi. Derken çevremizde çeşitli yerlerden fırlamış penguenleri gördük. Onlarla aynı sahilde yürümek ve aynı sulara girmek bir süre sonra kendiliğinden doğallaştı. Cape Town sizi şaşırttığı kadar kendi içine de hızla alan bir şehir. Sundukları, hayal ettiklerinizin tam karşılığı. Böyle olunca tüm doğal hayata, tüm güzelliklere saygı duymaya başlıyorsunuz. Etkiliyor ve etkileniyorsunuz.

Gitmek zorunda kalmasak, Bulut’u bu sahilden ayıramayacaktık. Bir süre sonra ıslak mayosuyla durması, mevsim itibariyle ve güneşin etkisinin azalmasıyla tedirgin ediyor. İşte buraya yazın gitmekle kışın gitmenin farkı. Parmak arası terliklerimizi çantamıza koyup, ayakkabılarımızı giyerek yola devam etmek, yine bu şehre özgü bir şey olsa gerek.

Table Mountain

Hadi yavaş yavaş şehrin merkezine yaklaşalım. Kırsalda yeterince vakit geçirdik. Masa Dağı, Cape Town’ın en ikonik simgesi. Bu şehre gelip, buraya çıkmamış kimse, Cape Town’u gördüm demesin. Öyle ki, tepesinde öyle bir şehir manzarası varki…
Bildiğimiz dağlara benzemiyor tabi, üzeri masa gibi dümdüz olduğu için bu ismi almış. Yukarı tırrmanarak da çıkabileceğiniz gibi (ki bu ciddi bir kondisyon ve beceri istiyor) teleferikle de çıkmak mümkün. Zaten çılgın değilseniz genelde tercih edilen yöntem bu. Teleferiği kullanım ücreti var. Biz 2023’de 2 yetişkin ve 1 çocuk için toplamdan 850R ücret ödemiştik. Pahalı bence. Ama tırmanamayacağımıza göre bu para değerini bir anda kaybediyor.

Teleferik yuvarlak ve kendi etrafında döner bir yapıda olduğundan, durduğunuz kenarın bir önemi yok. (Kenarda durun yeter) Yukarı çıkarken ilginç bir manzara da sizi bekliyor. Tabii ki Masa Dağı’nın tepesindeki manzara tarif edilemez. Bir tarafta Nelson Mandela’nın 18 yıl hapis yattığı hapishanenin bulunduğu Robben Adası görülüyor. İlk geldiğimde bundan da çok etkilenmiştim. Bu kez, hareketli ve tırmanmaya bayılan bir çocukla dağın tepesine çıktığımız için, böyle düşünce ve hayallere fırsat kalmıyor. :)) Burası çeşitli kayalar ve bitki örtüsüyle süslü bir oyun alanı gibi. Kuşlar ve farklı cinste arılar var. Bir de uçurumun kenarında tembelce yürüyen bir tür hayvan, ismini asla bilemeyeceğim. :)) Çocukla güvenli bir yer ama kesinlikle gözünüzün önünden ayırmayacağınız şekilde güvenli. Yani arada bir ensesinden tutarak yürümek gerektiği türden. Fotoğraflar, tehlike anlamında yanıltıcı. :))

Oranjezicht City Farm Market

Eğer seyahatiniz cumartesi ve pazar gününe denk geliyorsa, kaçmaması gereken aktivitemiz budur. V&A Waterfront’ta organik ürünler, sağlıklı yiyecekler ve zanaatkarların ürünlerini bulabileceğiniz bir haftasonunu pazarı burası. Ekmekler, peynirler, kuruyemişler, et ve deniz ürünleri, mevsimlik meyve ve sebzeler bulabileceğiniz gibi, sürdürülebilir kaynaklı kıyafetler, cilt bakım ürünleri, ev bitkileri ve seramikleri de görebilirsiniz. Kendi alışveriş çantanızı getirmeniz ve boş bir karınla gelmeniz önerilir.
Gelecekseniz Vadas Fırın‘ın tezgahına uğrayıp kahvaltı için güzel bir ekşi maya almayı unutmayın. Ve Sisters on Adderly‘den biraz çiçek de alabilirsiniz. Öyle ki buradaki buketlerin fotoğrafını çekmeden pazardan ayrılmak güç.

Cumartesi: 8:15-14:00
Pazar: 09:00-14:00 arası açık

Ve buralara gelmişken; biraz alışveriş yapmak için Victoria Wharf Shopping Center, iyi kahve için Truth Coffee, kahvaltı için Jason’s Bakery ve sokak sanatlarına ilgi duyorsanız Woodstock Street Art‘a uğramalısınız. Su altı dünyasına ilgi duyan çocuklar ve yetişkinler için Two Ocean Aquarium adında bir akvaryum da var. Girmek istemezseniz, hemen önündeki iskelede fokların güneşlendiğini bir bölüm var. Burnunuzu kapatın, fokların birbirleriyle oynayışlarını izleyin.
Belki renkli Bo Kaap Evleri‘nin önünde turistik bir fotoğraf yaratabilirsiniz.
İşte merkez bölgede yapabilecekleriz böyle. Diğer alternatifler için Cape Town’da Bir Hafta yazısını okuyabilirsiniz.

Son olarak Stellenbosch Bölgesinde çocuklarla çok keyif alacağınız bir Zürafa Evi var. Buradaki Deli’den kahvenizi alabilir ve Zürafaları besleyebilirsiniz.
Giraffe House; her gun 9:00 – 17:00 arasında açık.

KARANGASEM’DE AGUNG’U İZLEMEK

Hayattaki en istediğim şeylerden biriydi gerçek ve aktif bir yanardağın yakınında olabilmek. Onu doyasıya izlemek. Deniz mi dağ manzarası mı sorusunu hep sorarım insanlara. Amacım elbette bir istatistik toplamak değil ama kendi seçimimi sorgulamak aslında. Bunun cevabı her zaman dağ manzarası benim için. O dağ bir de volkansa… Ahh.. Nedense bir volkanın fizyolojik olarak olduğu kadar maneviyatıyla da canlı olduğunu düşünürüm. Orada ve bizi seyrediyor. Yıllarca, yüzyıllarca. Sonra bir gün, yaşama devam edebilmek, yaşamı devam ettirebilmek için kusması gerekiyor. İçinde biriktirdiği tüm öfkeyi, sevgiyi, susmayı, kabullenmeyi çılgınlar gibi saçması.

Bir Baliliye ”Tanrılar nerede yaşıyor?” diye sorsanız. Verecekleri cevap açıktır. Agung’un onları kötü güçlerden ve ruhlardan koruduğuna inanıyorlar. Bu mistik yanardağ öyle büyük ki çoğu kez konisinde bulutlar oluyor ve heybeti şaşkınlık uyandırıyor. Bu dağın sanılandan daha fazla güçleri var. Mesela iklimi öyle bir etkilerki, Bali’nin doğu kısmına diğer yarısından çok daha fazla yağmur yağdırır. Bu da bitki örtüsünü etkiler. Evvel zamanda Agung’a dünyanın en iyi gün doğumunu karşılamak için tırmananlar üstün bir güç harcamışlar. Bugün ona ulaşmak artık yasak olsa da eteğinde bile inanılmaz gücüyle şaşıracaksın. Yeterince doğru bir kalple bakarsan gökyüzünün ardındaki Tanrıları görebilirsin.

Karangasem Bölgesi Hakkında

Karangasem doğu Bali’de sekiz ilçesi olan bir bölge. Dağlar, güzel plajlar, pirinç tarlaları ve yağmur ormanlarıyla olağanüstü bir doğal manzaraya sahip. Agung ona kişilik ve iklim sağlayan en büyük etken. Bali’de Canggu ve Ubud’un karmaşasında kalmak istemeyip adanın tüm enerjisini daha da çok hissetmek isteyen herkesi Karangasem bölgesine davet ediyorum.

Karangasem’e Nasıl Gidilir?

Karangasem Bölgesi çok geniş bir alana yayıldığı için ilçeler arası biraz farklılık olacağından net bir zaman söylemek zor. Ama kabaca Bali havalimanından ortalama 2 saatte bölgeye ulaşırsınız. Ulaşım için en sevdiğimiz yöntem, Bali’nin diğer bölgelerinde kullanmaktan geri kalmadığımız Gojek uygulaması. Bunun için sabit bir Endonezya hattınızın olması gerekiyor. Bu hattı uygulamaya tanımladığınızda Gojek ile odanıza pizza bile söyleyebiliyorsunuz. Hem taksi, hem motor çağırabilir hem de ihtiyaçlarınızı motor kurye ile satın alabilirsiniz. İşte Karangasem’e de Gojek uygulamasından çağırdığınız bir araçla en az yarı fiyatına ulaşabilirsiniz.

Karangasem’de Konaklama

Oteller Bali’nin daha turistik bölgelerine kıyasla daha uygun fiyatlılar. Kesinlikle çok daha sakin ve güzel konaklama seçenekleri bulunabilir. Burada görmek istediğiniz noktalara yakın bir seçenek değerlendirmek mantıklı. Mesafeler çok uzak olmasa da zamanınızı yolda geçirmek istemeyeceğiniz türden oteller var. Kendinize, ”hadi şurayı gidip göreyim de şu şezlongda uzanıp kendime bir Virgin Mary söyleyeyim, hem o vakte kadar Agung’un önündeki bulutlar da dağılır” dediğinizi duyabilirsiniz. Bize kesinlikle böyle olmuştu ve ne hatadır ki otel rezervasyonumuz Ali’nin doğumgününü içine alan 2 gündü. 1 günü otelimizde keyif, bir günü de görmek istediğimiz yerler için kullanmıştık. Dolayısıyla gün ayarlaması yaparken önce görmek istediğiniz yerlerin listesini yapın ve bunu halledebileceğinizi düşündüğünüz şekilde günlere ayırın. Bazı yerler için ekstra zaman gerekebilir. Sonra da tatilin asıl kısmı için otelden rezervasyon isteyin.

Konaklama Seçenekleri her ilçe için ayrı olduğundan birkaç bölgeyi içeren önerilerde bulunacağım.

Hideout Bali (Selat)
Lempuyang Boutique Hotel (Karangasem)
Alam Anda Ocean Front Resort & Spa (Tejakula)
Palmterrace (Culik)
Sea Breeze Candidasa (Candidasa)
Candi Beach Resort &Spa (Candidasa)
Alila Manggis (Manggis)
Darmada Eco Resort (Sidemen)
Cepik Villa Sidemen

Biz fazla düşünmeden Lempuyang Boutique Hotel ‘den rezervasyon yaptık. Ve bölgeyi tekrar ziyaret etsek tekrar burada kalırız dediğimiz bir hizmet aldık. Restoranı, odaları ve o güzel sonsuzluk havuzu ile tüm aile bireylerinin kalbini kazandı. Oturduğunuz her yerden Agung’un ihtişamını izliyorsunuz. Balkonda kahvenizi yudumlarken veya öğlen pizza dilimini ısırırken. Hatta havuzun kenarında günü batırırken. İşte benim için lüks bu değil de ne? :))

Lempuyang Hotel‘in hizmet anlayışı doğu ve batının karışımı gibi. Bu da onu daha özel yapıyor. Kurdukları iletişim ve hizmet Balili gibi ama iyi konuşulan İngilizcede, restoranın ayrıntılarında ve otelin genel disiplininde batılı bir hava var. Sahibinin işini geliştirmek için her fırsatta yenilik yapmaya çalışan bir batılı olması buna etken elbette.

Ali’nin doğumgünü sabahı bizim için güzel bir kahvaltı masası hazırlamışlardı. Yemeklere ayrıca değinecek olursam kesinlikle etkilendiğimizi söyleyerek başlamalıyım. Kahvaltıda ikram edilen jamular, özenle hazırlanmış tabaklar, lezzeti bakınca bile anlaşılan yulaf bardakları, meyveler… Bunların hepsi konaklamamıza dahildi. Akşam yemeklerini de özellikle burada aldık ki, iki akşamı da keyif ve lezzet dolu yaşadık.

Karangasem’de Görülebilecek Yerler

Virgin Beach: Doğu Bali’de kendine özgü güzelliği ve bakirliğiyle tanınan, beyaz kumlarında hindistancevizi yudumlayıp, yalnızca dalga sesleri işitebileceğiniz bir plaj burası. Aynı zamanda dalış ve şnorkel için de çok uygun. Dalgalar diğer bölgelerdeki kadar çok değil. Böylece beyaz kumlarında uzanmak yerine yüzebilirsinizde.

Bali Çikolata Fabrikası: Herhalde Bali’de, gözlerden uzak bir plajda bir çikolata fabrikası bulmayı tahmin etmezdiniz. Ancak Karangasem’de, Charlie adındaki Amerikalı bir gurbetçi tarafından oluşturulan ve sağlıklı çikolata yapmayı amaçlamış bir fabrika var. Hindistancevizi ağaçlarının altında oluşturulmuş bambu yapılarda ikram edilen birinci sınıf Bali çikolatasını tadabilir, hemen ilerideki dev salıncakta keyifli vakit geçirebilirsiniz.

Mount Agung: İşte bu bölgedeki en popüler aktivite, gün doğumunda bu aktif volkanik dağa tırmanmak. Fiziksel olarak zorlayacak, yaklaşık 5-6 saatlik dik bir tırmanış bu. Başlangıcı gecenin karanlığında olduğu için de rehberli bir tur alamanızı tavsiye ederim. Böylece sizi otelinizden alıp geri bırakacaklar ve Agung’un kutsal değeri hakkında bir çok şey öğrenmenizi sağlayacaklar. 

Lempuyang Temple: Lempuyang Dağı’nın yamacında kurulmuş Bali’nin en saygın tapınaklarından biri. Cennetin kapısı olarak bilinen, arkada Agung dağının heybetiyle süslenmiş bir kapısı var. Oldukça turistik. Ubud’dan 2-2,5 saat uzaklıkta. Fotoğraf çektirmek için en az 2-3 saatinizi ayırmanız gerektiğine emin olun. Çok beklememek için çok erken gitmenizi öneririm. Bunun için de bu bölgeye yakın bir konaklama planlamak en mantıklısı. Araçlar tapınağa çıkan ringlerin olduğu otoparka kadar geliyor. Buradaki ringlerle biraz daha tepeye tırmanıyorsunuz. Tapınak yoluna girmeden belinize bağlamanız için saronglar veriliyor ve sonrasında da kısa ama biraz dik bir yürüyüş sizi bekliyor. Tapınağın hemen girişinde bankalardaki gibi sıra numarası alabileceğiniz bir sistemleri var. Elinize numaranızı veriyor ve size gülümsüyorlar. Yalnız belirtmeliyim ki, yakında su ve yiyecek alabileceğiniz bir yer yok (yukarı çıkılan dik yol dışında), tedarikli olmanızda fayda var.

Lahangan Sweet: Güzel bir tepenin üzerine konumlanmış seyir terası. Bir ağacın üzerindeki ahşap platforma, merdivenle tırmanıp Agung dağının muhteşem görüntüsünü seyredin. Özellikle yağışlı zamanlarda ulaşım biraz zor olabilir ama buna değer.

Tirta Gangga: Kral ve ailesi için bir banyo yeri olarak yapılmış saray zamanla turistlere açılmış. Fotoğrafik açıdan çok güzel bir peyzajı var. Kocaman turuncu balıklarla dolu havuzların içleri güzel işlemeli taşlarla doldurulmuş ve üzerinde yürüyebileceğiniz  oluşturulmuş. Havuzların arasında dolaşarak balıkları besliyorsunuz ve bazılarının büyüklüğüne inanamıyorsunuz. Etraf çeşitli heykeller ve çiçeklerle donatılmış bu Sarayın giriş ücreti kişi başı 30 IDR. Balıklara yem almak isterseniz girişten 5 IDR’ye alabilirsiniz. Saray, sabah 8’den akşam 5’e kadar açık. Dinlenmek istediğinizde bir şeyler yiyip içebileceğiniz standlar var.

Amed Beach: Siyah kumlu plajı, sakin turkuaz suları ve havaalanına en uzak bölge olması sebebiyle kalabalık olmaması onu özel yapan şeylerden birkaçı. Burada yapılacak şeyler arasında en çarpıcı olanı Şnorkel. Sabahın erken saatlerinde, ahşap bir tekne ile Amed resifine açılıp dalış yapabilirsiniz. Size tavsiyem, sahile bir havlu serin ve etrafta sakince sürünen deniz kaplumbağalarını izleyerek dinlenin.

NUSA ADALARI REHBERİ

Üç ayrı adadan oluşan Nusa Adaları Bali’ye an yakın adalar topluluğu. Lembongan, Ceningan ve Penida. Artık eskisinden de çok turistik. Sörf meraklıları, bohem hayat yanlıları, plaj sever herkes için cazip ve tahmininizden daha ucuz. O zaman yolu Bali’ye düşmüş herkesin bu güzel 3 adaya gitmemesi için hiçbir sebep yok. Şimdi kendi bilinmesi iyi olur dediğim bilgilerimle Eylül 2022 yılında ziyaret ettiğimiz adaları anlatmaya başlayayım.

Nusa Adalarına Ne Zaman Gidilir?

Bali ile aynı zamanlara denk gelen 2 ayrı sezonu var. Nisan’dan Ekim’e kadar olan sezon, yağışların daha az yaşandığı kuru sezon, Ekim’den Nisan’a kadar olan süre ise genellikle yağışların daha sık ve nemin görüldüğü yağışlı sezon olarak bilinir. Kuru sezonda elbette turist kalabalığının daha çok ve otel fiyatlarının bir tık daha pahalı olduğunu bilelim. İşini şansa bırakmak istemeyen ve biraz daha kalabalık ama risksiz bir tatil amaçlayan bu tarihlere uyabilir.

Nusa Adalarına Ulaşım

Nusa Lembongan’a ve Nusa Penida’ya ulaşım Bali’nin güneybatı kıyısındaki Sanur limanından hızlı teknelerle sağlanıyor. Sanur’a ulaşım, havaalanından ortalama 45 dakika uzaklıkta. Sanur’da onlarca deniz yolu firması var. Hangi adaya gitmek istiyorsanız online veya kapıda bilet alabilirsiniz. Adalara giden saat dilimleri her firmada farklı. Gitmeden saatleri kontrol etmekte fayda var. Eğer dönüş tarihiniz netse yolculuk için seçtiğiniz firmadan çift yön bilet almak daha avantajlı. Biz, Lembongan adasına, The Tanis Fast Cruise ile yolculuk yaptık ve gidiş – dönüş 2 yetişkin (500 +500 IDR) + 1 çocuk (450 IDR) için toplamda 1450 IDR ödedik. (2022 yılında)

Not: Eğer open ticket aldıysanız, dönüşte kullanmak üzere bileti saklayın ve dönmeden firmayla iletişime geçerek rezervasyon yaptırın.

Kalkış saati geldiğinde eşyalarımız tekneye taşınıyor ve terliklerimizi içine bırakmamız için önümüze bir sepet bırakılıyor. Midesi hassas bir çocuğunuz varsa tedarikli olun. Okyanus bize çılgınlıklar yapmayı seviyor ve bol zıplamalı bir yolculuk bizi bekliyor. Mümkünse arka sıralara oturun. Bu yolculukta vücudumdaki suyun %1’ini ter ile attığıma göre 45 dakika sonra kıyıya yanaşırkenki okyanusun rengine artık iç geçirebilirim. İnerken ayağıma değen serin su ve kumun kışkırtıcı hissi beni kendime getirdi.

Buradaki önerim, biletinizi aldığınızda, adadaki otelinize Cruise firması ve saati ile ilgili bilgi vermeniz olacak. Böylece kuma ayak bastığınızda sizi karşılamak için birini gönderirler.
Bu arada, burası adanın en ünlü plajı olan Mashroom Beach.
Adaya Hoşgeldiniz!

Ada içi ulaşım ise otelinizin ayarlayacağı kendi taksisi veya kiralayacağınız bir motor veya motor taksilerle olabilir. Seçiminize göre otel size yardımcı olacaktır.

Biz genelde otelin pikapını kullandık ve iki sefer de motor taksi 🙂 Bulut için de bizim için de maceraydı :))

Nusa Adaları İçin Kaç Gün Ayırmalı?

Bu tamamen göreceli bir cevap ama yine de basitçe cevaplarsak şöyle; Eğer Lembongan’da konaklayıp diğer adaları gezecek şekilde planlarsanız, 2 gün Lembongan ve Ceningan (bunları birbirine bağlayan sarı bir köprü var geçiş çok kolay), Penida için de 1 gün ayırmanız yeterli olur. Ancak kişisel fikrim; eğer Bali’ye ikinci kez gelecek ve amacınız keyifli bir ada tatili yapmaksa 10 gün bile kalınır. Sörf, mekanlar, güzel yemekler ve meyveler, pırıl pırıl plajlar ve insanlar alacağınız keyfi sürdürmenizi sağlayacaktır.

Nusa Lembongan’da Nerede Kalmalıyım?

Çok büyük bir ada olmadığı için ulaşım da zor değil. Genelde hareket adanın batı kıyılarında. Ben yine de ada hayatının içinde kalayım diyorsanız güneybatı, batı kıyıları en ideali. Bütçeye göre seçenekleriniz çok ama yine de öneri yazmam gerekirse şöyle;

Dini D’Nusa Lembongan
Sanghyang Bay Villas
The Shacks at Sandy Bay
Indiana Kenanga Boutique Hotel
Hai Tide Beach Resort

Biz uygun bir seçenek istediğimiz için, güney kıyısında gelgiti ve balıkçıların yosun toplayışlarını izlediğimiz Dini D’Nusa’da konakladık. Güne tertemiz bungalovumuzda, kuş sesleriyle uyandık ve her gün yerlerden dökülen frangipanileri topladık. Bizi adada pikapla istediğimiz yere götüren bir taksicimiz vardı. Heryere tek bir fiyat: 100 IDR :))

Keyif Alınacak Şeyler – Yerler

Lembongan adası için bir görülecek yerler başlığı koymadım çünkü öyle bir şey yok :)) Yani elbette adaya gelmişken birkaç noktayı görmelisiniz ama burası için bence önemli olan adadan en doygun keyfi nerelerden ve nasıl alabilirim sorusu. İster yan gelip yatın, ister adalılardan sörf dersi alın, isterseniz de popülasyonu Avustralyalılardan oluşan gruplarla sosyalleşin. Adadan size kalacak çok şey var.

Görülecek noktalara kısaca değinirsek;

Devil’s Tear: Doğanın kudretini gözünüzle görebileceğiniz bir seyir noktası. Özellikle gün batımında, burada birkaç adım daha ilerleyip, burnun Sandy Bay’e bakan tarafında büyük dalgaların kayaya vuruşlarını hayretle izlemelisiniz.
Çok yaklaşmayın. Islanırsınız. 🙂

Blue Lagoon: Nusa Ceningan’daki dalgaların kayaları oyarak bir teras oluşturduğu bir başka seyir bölgesi. İzleyeni kendine hayran edecek renkte ve güzellikte. Çocuklarla buraya gelecekseniz, onları kontrol altında tutabileceğinizden emin olun.

Yellow Bridge: Lembongan’ı Ceningan adasına bağlayan ünlü sarı köprü. Üzerinden Balili bir adamın arkasında motorla geçmişliğim var. Tam da bu köprünün altından Penida’ya giden motorlar kalkıyor.

Mashroom Beach: Adanın en meşhur plajı. Burada aşağıda anlatacağım, tüm günü geçirebileceğiniz güzel bir tesis de var. Bali’den gelen tekneler buraya geliyor. Kum şahane, su şahane. Havlunuzu kuma serin ve gün boyu dinlenin.

Ombak Zero Waste Cafe: Sabah haritayı açıp taksiciye ”Lütfen bizi buraya götür, Ombak, Ombak, bak adanın bu kısmında” diye tarif ederken gülümsemesini tutamayınca bana açıklama gereği duydu. Ombak, Endonezce ‘dalga’ demekmiş. Ve meğerse ben adama beni dalgaya götür deyip duruyormuşum. :)) Bu güzel sahil kafesinin yeri adanın kuzey uçlarında ve gerçekten de bu sahile vuran dalgalar sörfçülerin en sevdiği türden. Bu sebeple burayı en çok kullananlar sörfçüler. Ombak, sıfır atık konusunda çok duyarlı, öyle ki kazancının yüzdelik bir kısmını bunun için harcıyor ve organik atıklarıyla kompost yapıyor. Menüsünde köpek yemeği olduğunu gördüğümde çok hoşuma gitmişti. Glutensiz ve vegan seçenekleri var ve olağanüstü lezzetli sağlıklı atıştırmalar yapıyorlar. Kaseleri, yulaf sütlü lattesi ve konumu ile cennetten bir köşe burası.

Indiana Kenanga: Yukarıda bahsettiğim konaklama seçeneklerinden biri. Keyifli ama daha yüksek bütçeli bir restoranı var. İyi yemek üzerine iddialılar. Bu da tamamen fiyata yansımış. Gündüz de gelip şezlonglarını kullanabilirsiniz. Özel bir gün kutlamak veya gün batımında kendinizi şımartmak için bir seçenek olabilir.

Sandy Bay: İçeri girdiğimiz andan itibaren terliklerinizi bir kenara bırakıp, incecik kum üzerinde leziz kokteylinizi yudumlarsınız 🙂 Burası yalnızca bir sahil restoranıyken geçtiğimiz yıl konaklamak için birkaç oda açtı. Güzel atıştırmalıklar, kokteyller, müzik, çocuk oyun alanı ve küçük bir sonsuzluk havuzu var. Gün batımında bir akşam yemeği rezerve edebilir ya da gün boyu yiyip-içip şezlonglarından faydalanabilirsiniz. Çocuk alanı güzel. Ve adada yiyebileceğiniz en iyi dondurma bizce burada!

Hai Bar and Grill: Mashroom Beach’de ve kömürde pişmiş pizzaları ile ünlü bir restoran-bar. Fiyatları çok ucuz sayılmaz ama değer. Konumu, atmosferi, rahatlığı ideal. Şezlongda soğuk bir şeyler içip uzanabilirsiniz. Ama o güzel pizzayı yemek için sizi masaya davet ediyorlar. Önünde nefis bir kumsal ve kristal gibi bir okyanus var. Serinlemek için kendinizi biraz şımartın ve üzerine güzel bir pizza yiyin!
Hemen arka bitişiğinde oteli de mevcut. Tüm olanaklarından faydalanmak isteyenler için doğru bir yer.

NUSA PENİDA ADASI

Balinin karmaşasından 45 dakikalık uzaklıktadaki Penida için turistik bir ada değil demek doğru olmaz. Ama aynı zamanda oldukça da bakir kalmış bir yer. Kalabalıklığı, mekanları, yerleşikliği ile elbette Bali ile kıyaslanmaz ama son yıllarda sosyal medyada en çok fotoğraflanan sahiller işte burada. Hakkaniyetli davranırsak kelimenin tam anlamıyla, NEFES KESİCİ!
Çetrefilli bir tarzı var. Plajları ve ormanlarına el değmemiş. Güzelliklerine ulaşmak ve onlara dokunabilmek büyük mesele ve emek istiyor. Ama zaten güzelliklerin korunması da ancak ulaşamamak ile olmuyor mu? Gerçekten emek harcayıp bunu başaran da onun bu derin güzelliğine kıyamıyor. Buranın böyle bakir kalmasında elbette başka sebepler de var. Yollar çok kötü, altyapı zayıf, yeme içme mekanları kısıtlı.
Çocukla gezenler için kesinlikle uygun değil. Yoksa bizim yaptığımız gibi ona dokunamadan fotoğrafını çekip uzaktan iç geçirirsiniz.

Nusa Penida’ya Ulaşım

Bali’de Sanur limanından kalkan hızlı teknelerle ulaşabildiğiniz gibi Lembongan adasından da Penida’ya ulaşım mevcut. Her sabah, sarı köprünün altından Penida limanına tekneler kalkıyor. Belirli bir saatleri olmayıp, minimum kişi sayısına ulaşınca kalkıyorlar. İki ada arası yaklaşık 15 dakika sürüyor.
Burada da önceden gelişinizi bilgi verirseniz sizi karşılamak için biri gelecektir. Eğer bizim gibi günübirlik gidiyorsanız, öncesinde bir rehber ile anlaşmanızı öneririm. Sizi karşılar ve Penida’nın engebeli yollarında daha rahat bir yolculuk etmenizi sağlar. Burada motora binip gezmek gibi bir yanlışa düşmeyin. Bir rehber veya şöförle anlaşıp, gördüğünüz yerlerin tadını çıkartın.

Konaklama için elbette bir listem var ancak konumlarını görmediğim veya deneyimlemediğim için önermek istemem.

Nusa Penida’da Görülmesi Gereken Yerler

Evet, burası tam olarak bizim gezdikçe tik attığımız bir ada oldu. Bir günlük tur ayarlamıştık ve bu saat diliminde belirlediğimiz yerleri bitirene kadar dolaştık. Bittiğinde ise saatimiz dolana dek, ünlü plajında uzandık :)) Nereleri gördük bakalım…

Broken Beach: Eşsiz bir manzara sunan koca bir delik! Nusa Penida’nın batısındaki bu küçük koy, yüzyıllar boyunca tabiat ana tarafından kırılmış. İsmi bu yüzden Broken Beach. Okyanus ve uçurumun nefes kesici manzarasıyla az ilerlediğinizde ünlü Manta vatozlarının görüldüğü Angel’s Billabong’a ulaşırsınız.

Angel’s Billabong: Dünyanın en doğal sonsuzluk havuzu 🙂 Buraya inip çok güzel fotoğraflar çekebilen insanlar gördüm. Gelgit zamanı oldukça sakin olan bu havuza dalgaların güçlü olduğu zaman girmek tehlikeli. Zaten Şubat 2023 de bir can kaybı sebebiyle burada yüzmek artık yasaklanmış.

Kelingking Beach: Pek tabi fotoğraflardan en çok tanıdığınız sahil. Hani şu yukarıdan bakıldığında balina gibi görülen ve aklınızı kaçırtacak güzellikte olan. Dokunamadığınız, ulaşamadığınız :)) Tabii ki kondisyonu sağlam olanlar için ulaşılabilir. Oldukça dik ve ilkel merdivenleri var. Yorucu ve tehlikeli. Üstelik aşağı indiğinizde okyanusa girememeniz büyük olası. Ama yine de kumlarında oturayım, dalgalarına dokunayım derseniz sizi kimse tutamaz. Biz gittiğimizde iyi bir kalabalık vardı. Yukarıdan fotoğraf çekebilmek için rehberimizin ağaca tırmanması hala aklımdaki en tatlı ayrıntı.

Crystal Bay: Yukarıdaki kısımları bitirip zamanımız kaldığında rehberimizin dinlenmemiz için bizi bıraktığı yer. Burada çoğu kişi şezlonglara yatıp günün tadını çıkartıyor veya şinorkel yapıyor. Malzemeleri ve ufak yiyecek-içecek ihtiyaçlarınızı kıyı boyunca dizili warunglardan sağlayabiliyorsunuz. Kestirdik bir coconat, baktık keyfimize :))

Eğer burada kalıcı iseniz (bu nedemekse:) ) görebileceğiniz birkaç nokta daha var. Bunlar ”Rumah Pohon” adındaki ağaç ev (yine sosyal medyada karşılaşmışsınızdır) ve ”Diamond Beach”. Bu, Kelingking Beach’e göre ulaşması daha kolay bir sahil. Bizim vaktimiz sınırlı olduğu için buraları göremedik.

HAYATIMI KURTARAN UYGULAMA: MAPS ME

Japonya’da görmek istediğim en ücra tapınakları veya Bali’de pirinç tarlaları üzerine kurulu gizli cafeleri dünyanın her yerinde gitmek istediğim her yeri tamamen ücretsiz ve çevrimdışı olarak bana gösteren bir uygulama var. Yaklaşık yedi yıldır kullanıyorum ve her seferinde şükrediyorum. Tek bir kötü yanı var, sokaklarda asla kaybolamamanız. Yani elinden telefonu bırakıp özgürce dolaşabilecek kadar şehri öğrenmek, orada ne kadar çok vakit geçirdiğinle orantılı. Her zaman hayalimiz çok sevdiğimiz şehirlere ikinci, üçüncü hatta onuncu kez gitmek ve bir yön bulmak için harita kullanmamak. Ama yepyeni bir şehir için, özellikle yön sormayı sevmeyen birisi için bu uygulama hayat kurtarıcı.

Eskiden olsa şehre girişte önce bir şehir haritası edinin derdim. Şimdi yine edinin ama hatıra olarak. :)) Şimdi size şehir haritalarına olan ihtiyacınızı yok edecek, gps ile çalışan bu harika seyahat uygulamasından bahsedeyim.

MAPS ME NASIL KULLANILIR?

Öncelikle uygulamayı telefonunuza ücretsiz indirin. Sonra gitmek istediğiniz ülkeyi ve şehri bulun. Maps me bölge bölge indirdiğiniz harita üzerinden çalışıyor. Yani Fransa için önce Fransa’daki şehri belirlemeniz ve bu haritayı indirmeniz gerek. Oldukça ayrıntılı olduğu için ülkenin tamamını değil yalnızca gideceğiniz bölgenin haritasını indirmenizi öneririm. Çünkü her birinin bir boyutu var ve sizi ilgilendirmeyen bölgeler telefonunuzda gereksiz yer kaplayacaktır.

İndirme isteği, uygulamayı açtığınızda karşınıza çıkan haritadan o bölgeye zoom yaptıkça belirecek. İndirme işleminden sonra en güncel harita bilgisi elinizin altında. Sırada, daha önceden planladığınız gitmek istediğiniz noktaları harita üzerinden işaretlemek var. Tüm noktaları işaretledikten sonra, çevrimdışı harekete hazırsınız.

Bölgeye gittiğinizde, otelden (otelinizi veya kalacağınız yeri de işaretlediğinizi umuyorum) gitmek istediğiniz noktayı seçip ”varış yeri” olarak belirleyin. Hemen üstte çıkacak banttan yürüme,araba, toplu taşıma ve hatta bisiklet seçeneklerinden birini seçin. Toplu taşımanın mümkün olmadığı bölgelerde veya yürümeyi tercih ettiğiniz zaman, mesafeyi, dakikasını hatta yolun eğimini bile gösterir.
Güzel bir püf noktası daha: Toplu taşıma seçeneğinde şehirlerdeki metro istasyonları ve buradan yürüme mesafeleri dahil gözükür. Bu, özellikle gelişmiş metro ağı olan avrupa ülkelerinde çok işinize yarar.
Örneğin. Louvre müzesinden Montmartre tepesine çıkmak istiyorsunuz. Bu noktaları işaretlediğinizde karşınıza çıkacak toplu taşıma önerisi şöyle olur ”… durağından sarı metroya bin, … durakta yeşile aktarma yap … durakta indikten sonra yürü.”

Kaydedilen tüm bölgeler için kişisel notlar yazabileceğin bir bölüm de var. Bu size bölge ile ilgili iyi bir data oluşturma imkanı sağlar. Ayrıca offline olduğunuz için sırf yön bulmak uğruna internet paketi almanıza da gerek kalmaz. Uygulamayı çok uzun zamandır kullandığım için beş yıl önce gittiğim bir yere tekrar gitmeye kalktığımda haritayı güncellemem gerekir. Harita yenilenir ancak işaretlediğiniz noktalar bozulmaz. Böylece gittiğiniz heryer kayıt altındadır, unutulmaz.
Maps Me, sizi asla yarı yolda bırakmaz!

36 SAATTE PARİS

Louvre-Rivoli metro istasyonundan kalkan sarı hattaki metronun içinde kulağıma çalınan Fransızcanın büyüsü içindeyim. Kahve istemek, bir paket taze hamur işi almak veya herhangi başka bir nedenden ötürü biriyle karşılaşıp bildiğim tek fransızca sözcüğü gururla telafuz edebilmek için sabırla metrodan inmeyi bekliyorum. Kulağımda fransızca konuşmalar. Karakterli ve oldukça çekici.

Metrodan indikten sonra ceplerimde aradığım tek yön bileti çıkışta tekrar kullanıyorum. Bu biletleri girdikten sonra atmamam gerektiğini bildiğim iyi oldu. Çünkü ne kadar şehir gezsem de her seferinde ulaşım işini çözene dek heyecanlanıyorum. Bu tek yön biletler aktarma yapmak için 90 dakika süresince geçerli. Eğer Paris’i gezmek için kısıtlı bir vaktiniz varsa, bu süre çok işinize yarayacak, emin olun.

Paris’te uyandığımız ilk günün sabahına dönecek olursak; kısıtlı bir tatil planında olabilecek en kötü şey oldu! Haftalar önceden kahvaltı ve sonrası için planladığım gün patladı. Şehirdeki tek kahvaltı adresimiz belliydi. Fragments‘ de iyi kahve eşliğinde bir tabak çırpılmış yumurta. Belki bir de o güzel avokado tost. Metrodan indikten sonra ara sokakta biraz yürüdük. Tam geldik dediğimizde, asla güncel açılış saatini kontrol etmediğimizi farkettiğimiz Fragments’in kapalı olduğunu gördük. Neyse, bir sonraki durak Used Book Cafe‘ydi. O eski kitapları karıştırırken bir şeyler atıştırmak, bu aksiliğin üzerini güzelce kapatacaktı. Telefonumdaki -her seferinde onu bulduğum için şükrettiğim- uygulamayı açarak Used Book Cafe’nin kapısına kadar geldik. KAPALI! Zaten kısıtlı bir zamanda daha kötü ne olabilir? Tüm günün planı belli ve buraya tekrar dönecek ne vaktimiz ne de bir önceki gün yüzünden dermanımız var.
‘Seni camlarının arkasından da olsa görmek güzeldi.’

Moralimizi düzeltecek tek şey, taze bir hamurişi ve kahve. Hemen uygulamadan bir sonraki durağı işaretliyorum ve çizgiyi takip ediyoruz. ‘Bir şehri tanımanın en iyi yolu, sokaklarında yürümek ve toplu taşımasını kullanmaktır’ derim hep. Bu ikisini yaptığınızda ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Sokaklarda hiçbir turistik aktivitenin size verememeyeceği sürprizlerle karılaşırsınız. Bazı yerlerde dükkanların önünde uzun kuyruklar görürsünüz. Dar bir ara sokaktaki köhne, küçük bir dükkandan tereyağ kokusu çalınır burnunuza. Kuyruğun nedeni anlaşılır. Benim gibi bir şehir avcısıysanız, dükkanın ismini hemen not edersiniz telefonunuza. Tekrar gelecek olursanız ne yapacağınızı bilirsiniz böylece.


Boulangerie Poilane‘nin muhteşem çikolatalı kruvasanlarından birer tane alıp yolumuza devam ettik. Buraya kadar anlatmak istediğim şey; eğer bir şehir için yalnızca 36 saatiniz varsa, olağanüstü planlı olmak zorundasınız. İşinizi şansa bırakmak ve bir ayrıntıyı atlamak, kısa zamanda çok yol almak isteyen sizi üzebilir. Biz, az sonra, ayaklarımızın hissiyatını kaybedecek kadar müze ve sokak gezip, karnımızı doyurmak üzere önceden rezervasyon yaptığımız yere yemeğe gideceğiz.
Şimdi, en başından -hatasız- 36 Saate Paris listeme tekrar bakalım.

KONAKLAMA

Paris birçok avrupa ülkesinde olduğu gibi bölgelerden oluşuyor. Göbeğini Louvre Müzesi’nin olduğu yer olarak düşünürsek, halka büyüdükçe bölge isimleri değişiyor. Kısa zamanda Paris’in birkaç önemli noktasını görme planınıza varsa 1,2,3,4,5 ve 6. bölgeleri tercih etmeniz mantıklı olur. Ama Paris, dünyanın en eski ve büyük metro sistemine sahip bir şehir. Eğer 9,10,11. gibi bir yerde makul bir fiyata otel bulabilirseniz bu sizi asla yormaz, bilin istedim. 🙂

Biz; şans eseri 1.Bölgede iyi bir otel fırsatı yakaladık ve bu bölgede konakladık. Değerlendirmek isteyenler için otelin booking linkini bırakıyorum.

Relais Du Louvre

PARİS’E UÇUŞ

Paris-Charles De Gaulle Havalimanı’nı hep merak etmiştim. Beklediğimden küçük ve oldukça eski bu alana indiğimizde covid negatif testlerimizin kontrolü için sıraya girdik. Pasaportlarımıza yapıştırılan minik kırmızı sticker ile ülkeye giriş yaptık. Şehirde girdiğiniz heryerde elektronik aşı kartınız soruluyor. Barkodu telefonunuza ss yapıp kalp koyun ki, elinizin altında olsun.

ULAŞIM

Eğer THY ile Charles De Gaulle Havalimanı’na uçuyorsanız, bagajınızı aldıktan sonra RER hattına biraz yürüyüp (yaklaşık 8-10dk), yaklaşık yarım saat içinde de şehir merkezindeki ana istasyonlara ulaşabilirsiniz. Havaalanı şehrin 5.zone’unda bulunuyor. Dolayısıyla buraya giden RER hattının ücretleri de farklı. CDG havalimanından RER’in B hattı ile şehir merkezine (Gare du Nord) giden hattın ücreti 10.30€

Şehrin merkezine gitmek için, RER – hattına binip ana duraklardan biri olan Les Halles durağında inebilirsiniz. (Biz buradan otelimize direkt yürüdük.) Buradan metro ağına bağlanıp istediğiniz bölgeye geçebilirsiniz. Eskiden olsa kesinlikle metro haritası edinin derdim ancak günümüzde hangi duraktan hangi renk hatta bineceğinize ve ineceğiniz durağa kadar gösteren uygulamalar var.

Şehir içinde biletleri, metro girişlerindeki otomatlardan kolaylıkla alabilirsiniz. Eğer 3 günden fazla kalacaksanız, 10’lu biletlerden almanızı tavsiye ederim. Otomattaki seçeneklerde var.
Tek yön bilet fiyatı: 1,90 euro. 10’lu alınca tanesi 1,69 euro oluyor.
Tek kullanımlık biletin 90 dakika boyunca geçerli olabildiğini de unutmayın.

RER: Şehrin banliyölerine giden, daha az durağa sahip olup daha hızlı ilerleyen tren ağı.

PARİS’TE 36 SAATE NE YAPABİLİRSİN?

İLK GÜN;
Şehri Sen Nehri’nden ikiye bölecek olursak önce kuzey bölgeyi gezerek başlayın. Bugüne isterseniz bir müze gezisi ekleyin. Eğer iki büyük müzeden en az birini görmek isterseniz ertesi güne bırakmak mantıklı. İlk gün plana uyarsanız metroyu yalnızca 1 kez kullanırsınız. Bu yüzden; ayakkabını iyi seç!

Görebileceğiniz noktalar;

  • Colonnes de Buren
  • Kafe Kitsune
  • Galerie Vivienne
  • Starbucks France
  • Opera Garnier
  • Musee Gustave Moreau
  • Mamiche
  • Abbesses Metro Durağı
  • Au Marche de la Butte
  • Le Passe – Muraille
  • Le Maison Rose
  • Sacré-Cœur Bazilikası 
  • Sinking House
  • Carousel de Montmartre
  • Musee d’Orsay (opsiyon)
  • Angelina
OPERA GARNIER

İKİNCİ GÜN;
Tüm günü dolu dolu, biraz sanat, biraz alışveriş ve çokça hamurişi ile doldurabilirsiniz. Eğer Louvre Müzesi Palanınız varsa bugüne ayırın. Müzenin tamamını hızlıca bile olsa dolaşmak bir tam gün alacaktır. Kişisel tavsiyem; ilginizi çekecek 3 ayrı kanattan birine yoğunlaşın. Biz Denon Kanadını hedef alarak yaklaşık 3 saat harcadık. Ayrıca turistik aktivitelerden Eiffel ve Şanzelizeyi de bugüne ayırdık.

Görebileceğiniz noktalar;

  • Used Book Cafe (Merci)
  • Boulangerie Poilane
  • Les Deux Magots
  • Jardin Des Tuileries
  • Musee Louvre
  • Shakespare and Co
  • Notre Dame Katedrali
  • Le Bon Marche
  • Nelly Julien
  • Boulangerie Laurent B
  • Josephine Chez Dumonet
  • Eiffel
  • Champs Elysees (Şanzelize)
  • La Foule

PARİS’TE YEME – İÇME

Elbette her şehirde olduğu gibi Paris görülecek yerler listemin genelinde yeme içme durakları var. Çoğu elbette artizan ekmek ve çeşit çeşit hamurişi yapan fırınlar. Beni Paris’e sürükleyen bir diğer neden ise şahane bistrolara sahip olması. Eğer Paris’e kısıtlı bir süre için geldiyseniz size vereceğim bu listedeki yıldızlı isimleri mutlaka değerlendirin.

Fırın – Kafe – Kahve

Kafe Kitsune: İnstagramda herhangi bir Paris fotoğrafında mutlaka Kitsune’un karton bardaklarına rast gelmişsinizdir. Tam bir fenomen durağı. Değer mi bilemiyorum? Çünkü kahvesi diğer tüm kahvecilerden daha pahalı. Ancak özellikle Buren, Galerie Vivienne dolaşacaksanız, elinize bir bardak taze kahve almanızda sakınca yok. Özellikle; Jardin du Palais Royal’deki şube, görülmeye değer.

Used Book Cafe: Geç kahvaltı için harika seçenek. Elimde olsa oturmaktan sıkılacağım vakte kadar zamanımı burada harcardım. Çünkü bir kitap bağımlısıyım. Kitap kafe konsepti bana hep sıcacık gelir. Burada kışın bir fincan kahve yanına simit sandviç veya yazın zencefilli limonataya ek biraz kullanılmış kitap sayfaları hışırdatma.

Starbucks France: Fransa’da Starbucks’a girmek en az Milano’daki kadar saçma evet. Ama buraya kahve içmek için girmeyeceksiniz. İçi, fotoğraflamanız gereken güzellikte. Opera binasının çaprazında konumlanan kahvecide ‘birine bakıp, çıkın!’



Poilane: Şüphesiz uğraman gereken en önemli duraklardan birisi. Paris’in en güzel artizan fırınlarından biri olduğu gibi bence önemli bir hediyelik eşya dükkanı. Hızlı bir kahvaltı için çikolatalı kruvasanlarından alabilirsin. Ancak benim tavsiyem, ekmek almadan çıkmaman. Hatta, dönüş yolunda sevdiklerin için bile bavula biraz ekmek koyabilirsin.

Boulangerie Laurent B: Önünde sıra beklemeye değer bir artizan fırın. Bir fincan kahve yanında tuzlu-tatlı hamur işi, belki peynirli sandviç. Çok klas bir dükkan. Eğer yer varsa burada oturarak kahvaltı yapın veya yanınıza alıp sonraki durağınıza giderken hızlı bir öğle yemeği atıştırması yapın. Ya da belki romantik bir baget alıp çıkabilirsiniz. 😉

Mamiche: Vanilya kremalı beignet ve çikolatalı kruvasan yemeniz şart. Beignet özellikle denemeye değer. Ve pek tabii zeytinli, üzümlü, cevizli ekmekler…

Angelina: Tatlı severlerin gözüne, ağzına hitap edebilecek popüler pastane. Makaronları hediye için bir alternatif. En çok sıcak çikolatası için geliyorlar. Ama eğer bir kez buraya gelecekseniz mont blanc yemelisiniz. Eğer gelecekseniz rezervasyon yapın veya biraz sıra beklemeyi göze alın.

Les Deux Magots: Masalarında kimler kimler oturmadı ki.. Evet, burası 1812 yılında kurulmuş, Paris’in en turistik kafelerinden birisi. Ama gözlerinizi kapatıp 1920’lerde, yan masada sohbete dalan Hemingway ve Scott Fitzergard’ı hayal edebilirsiniz. Şehrin en ilham verici noktalarından biri olduğunu kabul ediyorum. Buraya gelin ve Paris’te birçok kafede olduğu gibi caddeye bakan sandalyelerden birine oturup, papyonlu kibar garsonlardan birine sıcak çikolata içmek istediğinizi söyleyin!

Cafe Flore: Kuşkusuz en az Deux Magots kadar eski ve popüler. Influncer’ların en çok paylaşım yaptıkları yerlerden biri. Bana biraz fazla sosyetik gelse de, burayı dışarıdan fotoğraflamak oturmaktan daha iyi bir seçenek.

Fragments: Tek kahvaltı hakkımı değerlendirmek için gidip, kapalı olduğuyla yüzleştiğim güzel kahve-kahvaltı adresi. Paris’in en keyifli kahvecilerinin olduğu bir bölgede yer alıyor. Bir tabak çırpılmış yumurta veya avokado tost ile iyi kahve içebilirsiniz. Mor veya Sarı renk hat metro ile yakınındaki Chemin Vert istasyonundan ulaşabilirsiniz.

PaperBoy: Oldukça zengin bir brunch menüsü var. Le Marais bölgesindeki en iyi öğlen yemeği-kahvaltı seçeneklerinden birisi. Özenli, keyifli ancak yüksek sınıf bir mekan.

Öğlen – Akşam Yemeği

Bir Fransız atasözü der ki; İdealler yıldızlar gibidir, onları tutmak mümkün olmaz ama karanlık gecelerde yolumuza onlar rehberlik ederler. Günümüzde Fransız mutfağı demek, bir mutfak şefinin ilk öğreneceği derstir. Zengin soslar hakkını verecek şekliyle yalnızca fransız şeflerin elinden çıkar. Şarap, peynir ve tereyağının bir akşam yemeğinden eksik edilmediği sofralar, bazen beyaz masa örtüleri bazense sıkışık mekanlardaki cılız sandalyeler. Her ne şekilde olursa olsun bu şehirde ”iyi yemek” ten ödün vermeyeceksiniz.
Bu sebeple eğer içinizde bir gurme büyütüyorsanız, Paris bunun için bir cennettir. Michelin yıldızlı restoranların izinde şehrin gitmeye değer bistroları sizi fazlasıyla tatmin eder. En iyi restoranlarda çalışmış birçok şef, kendi bistrolarını açmışlardır. Bunlardan birkaçını aklınıza yazmak isterim.

Le Bistro Paul Bert: Fransız sosu mu dediniz? Paul Bert bunu deneyimleyeceğiniz en doğru adresten biri. Menü fransız klasikleriyle dolu. Fransız ekmeği, yer mantarı, iyi bir sufle. Burada steak au poivre denemenizi tavsiye ederim. Yani içinde bolca karabiber olan kremalı kahverengi sosla servis edilen bonfile. Tam bir Fransız klasiğidir. Geleneksel olarak patates püresi veya kızartılmış ev usulü patates ile sunulur. Abartılı olmayan gerçek bir bistro deneyimi için, buraya uğrayın!
Rezervasyon şart.
Feidherbe – Chaligny (mor) metro istasyonundan veya Reuilly-Diderot (sarı) metro durağında inip biraz yürüyerek ulaşabilirsiniz.

Septime: Paris’in 11.bölgesinde neo-bistro mutfağının sahibi genç şef Bertrand Grebaut’un taze restoranı. Taze diyorum çünkü Septime’i tanımlayan en özet kelime bu. Şef; çevre dostu, sürdürülebilir ve taze malzeme ilkesiyle yola çıkmış yenilikçi bir mekan yaratmış. Bir Michelin yıldızına ek sürdürülebilirliği temsil eden yeşil yıldızı var. İyi yemeği temsil eden kimlikli bir mekan arayışındaysanız, burada, Septime!

Chez Michel: Gare du Nord istasyonunun dibinde, menüsünde ev yapımı mayonezlerle servis edilen salyangoz ve çeşitli deniz ürünleri bulunan Fransız bistrosu. Burası daha çok av etleriyle ünlü. Vedat Milor tavsiyesine göre balık çorbası ve ıstakoz denenmeli.

Le Quincy: Kişisel favorim ve belki de Paris’e gelme sebebim. Ağır döküm tencerelerde pişen klasik fransız yemekleri. 100 sene öncesinden kopmuş ve günümüze düşmüş bir atmosfere sahip. Sanki Fransa kırsallarındaki anneannemin mutfağında yemek yiyorum ve dedem olacak ihtiyarı doyduğuma ikna edebilmek için şişen karnımı göstermem gerekiyor. Yemekleri servis eden iki ihtiyardan biri hakkındaki düşüncem tam olarak bu. Sahipleri geleneksel reçetelerini hiç bozmadan günümüze getirmiş. Paris’te denemeniz gereken tatlardan biri olan kaz ciğerinin(Foie Gras) hası burada. Garsonun dediği gibi ağzınıza aldığınız anda erimeye başlayacak ve siz ağzınızı şapırdatarak yutacaksınız. Menünün en favorilerinden şarap ve tavşanın kendi kanından yapılmış sos ile pişirilmiş yabantavşanı. Nam-ı değer lievre a la royale!
Şarap seçimi için garsona danışın. İyi şarap için her zaman çok para ödemeniz gerekmediğini kanıtlayacak. Neredeyse hiç İngilizce konuşmuyorlar ve gelenlerin neredeyse tamamı yerel halk. Rezervasyon ve nakit para şart.
Sarı metro hattı ile Gare du Lyon durağında inip, 5 dakika yürüyerek ulaşabilirsiniz.

Le Baratin: Belleville’deki küçük bir ara sokakta yer alan Baratin ağzınıza koyduklarınızın ötesinde önemsenecek türden bir yer değil. Atmosfer yok. Kendine cılız sandalyelerden birini çekip, günlük belirlenen kara tahta üzerindeki Fransızca menüden bir yemek seçmen gerek. Geniş bir samimiyetle yemek yapan Arjantinli şef Raquel Carena’nın bistronun en dikkate değer özelliği sadece nerede yiyeceğini bilen Parislilerin (ve onların tanıdıklarının) gittiği ve paydos eden şeflerin yemek yemek için tercih ettiği yer olması. Şarap seçimini Charles’a bırakın ve arkanıza yaslanıp bu deneyimin başlamasını bekleyin.
Rezervasyon şart.
Kahverengi metro hattı ile, Pyrenees durağında inip, 4 dakika yürüyerek ulaşabilirsiniz.

Bouillon Chartier Montparnasse: Pirinç pervazlar, aynalar, lambalar.. Kabarık etekli bir film sahnesi ve tam bir Art Nuveau döneminin orta yerinde gibiyiz. Garson, söylediğimiz siparişi masaya serilmiş kağıt üzerine not alırken, etrafın büyüsü içindeyim. Biz, eski modadan vazgeçmeyip ördek confid söylüyoruz. Başlangıç olarak da pek tabii escargot. Fransız ekşi maya ekmeği, salyangozun tereyağ ve fesleğen kokan sosuna batırırken iyi ki buraya zaman ayırmışız diyoruz. Tekrar olsa, eldivenlerimi ve geniş çeperli şapkamı takıp, spaghetti bolognese yemeğe giderdim. 🙂 Masadaki ev yapımı hardalı dikkatli kullanın. Burnunuzdan ateşler çıkarabilir. Burası uygun fiyatlı bir mekan. Akşam yemeği için gidecekseniz biraz sıra beklemeye değer. Biz öğlen yemeği için gittiğimizde sıra beklemedik. Ama unutmayın ki, bu mekan oldukça turistik.
Pembe metro hattı ile, Montparnasse-Bienvenüe durağında inip ulaşabilirsiniz.

PARİS’TE 36 SATTE GÖRÜLECEK YERLER

Colonnes de Buren: Fransız sanatçı Daniel Buren’in 1985-1986 yılları arasında yaptığı bir sanat enstalasyonudur. Palais Royal’in iç avlusunda bulunur ve fotoğraflamak için harika bir mekandır.

Galerie Vivienne: Şehrin pasajları için kesinlikle vakit ayırmalısınız. Özellikle Galerie Vivienne için. 1823 yılında inşa edilen bu kapalı çarşı, Paris’in en sembolik galerilerinden biri. Mozaik zeminler, süslü kemerli duvarlar ve ışığın içeri girmesine izin veren cam tavan. Ayrıca 2022 Paris moda haftasının bu pasajın içinde yapılması kesinlikle harika bir seçim olmamış mı?

Opera Garnier: Yolun karşısında fotoğraf çeken turistlerin asla eksik olmadığı tarihi bina. Binanın süslemeleri ve iç tasarımına hayran kalmamak imkansız. Şaheserin sözlük anlamına Opera Garnier’ı örnek vermek yanlış olmaz. Umarım bir gün binaya layık şekilde prenses kıyafetlerimi giyip opera izlemek için gidebilirim.

Abbesses Metro Durağı: Montmartre’de Paris’in kesinlikle en ikonik girişli metro istasyonu. 1978’den beri tarihi anıt statüsünde.

Au Marche de la Butte: Filmde Amélie Poulain’in sık sık uğradığı manav. Günümüzde yalnızca meyve-sebze dükkanı olmak dışında Amelie’nin kartpostalları ve posterlerini de satmakta.

Le Passe – Muraille: Fransız edebiyatçı Marcel Aymé’in Duvardan Geçen romanındaki Duteilleul karakterinin heykeli. Hikayeye göre duvarların içinden geçebilme gibi bir yeteneği olduğunu keşfeden Dutilleul, gücünü kafasına göre kullanarak sonunda onu kaybeder ve kendini bu duvarın içinde sonsuza kadar hapsolmuş bulur. Heykelin buraya yapılma nedeni, yazarın evinin bu sokağın devamında olması. Heykeltraş Jean Marais tarafından tasarlanan heykelin suratına baktığınızda romandaki karakter Detilleul yerine Aymé’ninkini görürsünüz.

Le Maison Rose: Bir restoranda yemek yiyip bir şeyler içmek dışında ne yapılır? Burası Montmartre’de en çok fotoğraflanan yerler arasında. Sizce de oldukça sempatik görünmüyor mu? Yer bulabilirseniz, atıştırmak için şans verin.

Sacré-Cœur Bazilikası: 1914 tarihinde yapılmış, içinde bir yer altı mezarlığı bulunan ikonik yapı. Paris’in en yüksek tepesinde bulunur. Hemen önündeki merdivenlere oturup şehri tepeden izlemek için birkaç dakikanızı ayırın.

Le Carousel: Şehrin en eski atlıkarıncalarından biri Montmartre’de, Sacré-Cœur Bazilikası’nın eteklerine konumlandırılmış. Nostaljik bir filmin içine girmiş kadar etkileyici ve sihirli.

Jardin Des Tuileries: Paris 1. bölgede, Louvre Müzesi’nin hemen yanıbaşındaki Tuileris Bahçesi halka açık Paris bahçelerinin en güzel örneklerinden. Her yer etkileyici heykellerle kaplı. Tam ortasındaki yapay gölün çevresine saçılmış demir, yeşil sandalyelerde oturmak bir Paris geleneği.

Notre Dame Katedrali: Seine Nehri’nin kıyısındaki bu ünlü gotik kilise. 2019 da tavanında çıkan yangın sebebiyle 900 yıllık tarihi mirasın büyük bölümü hasar almıştı. Dünyada milletlerin değil tüm insanlığın sahip olduğu bir yapı varsa, Notre Dame bunlardan birisidir.

Le Bon Marche: 1838 de yapılan dünyanın ilk büyük perakende konsepti olan alışveriş merkezi. Severs Babylon durağındaki yeşil metro hattıyla ulaşılabilir.

MÜZELER

En popüler iki müzeyi de 36 saate sıkıştırmak zor olabilir. Ancak bizim şehre gelişimiz daha çok müzeleri (çocuksuz) gezebilecek bir fırsat yaratmaktı. Bu yüzden bunun için vakit ayırdık. Siz ya çok istediğiniz tek müzeyi hakkını vererek gezin ya da bizim gibi sıkıştırılmış ama seçmece bir tarz benimseyin. Biletleri internet üzerinden online almak size zaman kazandıracak. Louvre gibi popüler bir müzeyi sabah ilk açılış saatinde ziyaret etmek de rahatlığınız açısından iyi olacak.

Orsay Müzesi, perşembe günleri gece 21:00 e kadar açık. Bunu değerlendirmek isteyebilirsiniz. Biz tüm gün aydınlık şehrin tadını çıkartıp hava kararınca müzeye girdik. Bu, kısıtlı zamanı değerlendirmenin bir diğer şekli oldu. Biletimizi günün bu saatine uygun şekilde online almıştık ve sıra beklemeden içeri girdik.

Ayrıca müzelerde belirli dönemlerde ek sergiler olabiliyor. Ziyaret gününüze göre bunu da kontrol etmeyi unutmayın. Mesela; Gustave Moreau Müzesi’ne gelmeden önce La Fontain’in kapalı sergisinin olduğunu öğrenmiştim. Bu kısıtlı zamanımızda bu müzeyi de ziyaret listemize eklememize vesile oldu. İyi ki de oldu!

Elbette her müzede görülmesi gereken önemli eserleri birçok yerde okumuşsunuzdur. Ben kişisel favorilerimle size küçük bir liste yapmak istedim.

LOUVRE MÜZESİ

Louvre Müzesi için online bilet alırsanız, müzeye girişte hızlı geçiş hakkınız olur. Müzenin 4 ayrı kapısı var. Geçiş hakkınızı kullanacağınız ayrıntılı bilgiyi biletin üzerinden okuyabilirsiniz. Ayrıca covid için gereken uluslararası geçerli aşı sertifikanızı (barkod) girişteki görevliye göstermeniz istenecek.

Online aldığımız biletle, dünyanın en büyük sanat müzesine hızlı geçiş hakkımızı kullanıyoruz. İçeri girer girmez vestiyeri bulup eşyalarımızı küçük dolaplara kilitliyoruz.
Eşyamızı bırakır bırakmaz Denon kanadını buluyoruz. Daha önceden biraz araştırma yapıp görmek istediğimiz eserleri listelemiştik. Bu eserlerin çoğu Denon kısmında olduğu için, diğer kanatları göremeyeceğimi kabullenmiş şekilde gezimize başladık.

Winged Victory of Samothrace (Semadirek Kanatlı Zaferi) : Gördüğünüz anda neden dünyanın en sevilen heykellerinden biri olduğunu anlarsınız. Mona Lisa’ya gidecek merdivenlerin hemen ortasına yerleştirilmiş olması iyi düşünülmüş bir planlamadır. Öyle ki, merdivenlerde durup bu kolları olmayan bu mermer tanrıçanın güzel kanatlarına bakıp hayran kalmak için alanınız olur. Benim için heykellerin en sarsıcı olanıdır.


Wedding At Cana (Kana’da Düğün): Tüm heybetiyle cılız Mona Lisa’nın tam karşısındaki duvarda durur. Dünyada insan yüzüne duygusal ifadeler eklenen ilk eser olarak kabul edilmiştir. Rönesans döneminin en önemli ressamlarından Paolo Veronese’nin en önemli eseridir. İsa’nın konuk olarak çağırıldığı bir düğünde, peygamber olarak ilk mucizesi kabul edilen suyu şaraba dönüştürmesi resmedilmiştir. Dönemin en iyi sosyal hayatı yansıtan çalışmalarından biri olduğu düşünülür. Tablo 66 metrekarelik devasal boyutuyla müzenin en büyük eserlerinden birisidir.

The Coronation of Napoleon (Napolyon’un Tam Giyme Töreni): Napolyon’un Notre Dame Katedrali’ndeki taç giymesini resmeden Fransız ressam Jacques-Louis David’in eseri. Boyutları yaklaşık olarak Kana’da Düğün eseriyle aynıdır. Şüphesiz, Louvre’da en etkilendiğim tablodur.

Psyche Revived by Cupid’s Kiss (Cupid’in Öpücüğü ile Canlanan Psyche): 1793 yılında İtalyan heykeltıraş Antonio Canova tarafından oyulmuş, kalp ve ruhu temsil eden aşk dolu bir başyapıttır. Louvre’un en romantik parçalarından biridir.


Mona Lisa: Müzenin Denon Kanadına girdiğinizde tüm oklar Mona Lisa’yı gösteriyor. Çünkü sadece bu tablo için Louvre birçok ziyaretçi alıyor. Diğer eserler gibi ona yaklaşıp, istediğiniz gibi inceleyemezsiniz. Çünkü Mona Lisa çift kat camla korunduğu gibi, gümrük sırası gibi bir sırayla şöyle bir bakıp geçmeniz gereken bir tablo. Sabah saatlerindeki azami kalabalığı yakalarsanız iyi, yoksa oldukça kalabalık bir sırayı beklemek zorundasınız. Tavsiyem; sabah Louvre’a giriş yaptığınız gibi önce Mona Lisa’ya gidip görün. Sonra tüm eserleri rahat rahat gezersiniz. Şu ana kadar tablonun yalnızca popülerliğini anlatabildim. İşte ona bakarken de olan bu.

NOT: Louvre içinde çok değerli eserleri bulunduran biz müze olduğu kadar kendi değeri ve güzelliği de olan bir saray. Sık sık başınızı kaldırın ve tavanlardaki olağanüstü süslemelere bakın. Orada bambaşka hikayeler, bambaşka eserler var!

ORSAY MÜZESİ

1898 – 1900 yılları arasında inşa edilen bina öncesinde bir tren garıymış. Böyle bir yapının müzeye dönüştürülmesindeki güzelliği içine girdiğinizde daha iyi anlayacaksınız. Detaylar ve atmosfer çarpıcı. Benim çocukluğumdan beri çok ilgili duyduğu empresyonist ressamları içinde barındırıyor. Edgar Degas, Claude Monet, Vincent van Gogh, Edouard Manet, Pierre Auguste Renoir gibi ressamların önemli eserleri Paris’teki Orsay Müzesinde sergilenir. Burada kişisel olarak beğendiğim istediğim birçok eser var ancak yalnızca birkaç tanesini örnekleyeceğim.

Orsay Müzesi için de biletli olmanız durumunda sizi kuyruk olmayan başka bir kapıya yönlendirecekler ve aşı sertifikanızı görmek isteyecekler.

Dance et Le Moulin de la Galette(Renoir): Pierre Auguste Renoir’in 1876 tarihli tablosu. Montmartre’de her pazar açık hava danslarının düzenlendiği Moulin de la Galette’deki bir öğleden sonrasını resmeder. Resimde bulunan çoğu karakter Renoir’in dostları ve yanıdıklarıdır. Kaynaklara göre bu tablo, muhtemelen ilk sergilendiği sırada Caillebotte tarafından satın alınmış ve onun vasiyetiyle de devlet koleksiyonuna dahil edilmiş.


Olympia: Edouard Manet’in 1863 tarihli tablosu. Şüphesiz Manet’in en tepki aldığı eserlerinden biri Olympia’ydı. Konusu bayağı ve edebe aykırı, beğeniye karşı bir aşağılama olarak görüldü. Manet, modeli Victorine Meurent’i salon ressamlarının aksine idealize etmeden, nasıl gördüyse, dahası onu bir fahişe rolüyle, sıradaki müşterisini beklerken, bir başka müşterisinden gelen çiçekleri alırken betimlemişti. Yayanın ayakucunda sarı gözleriyle bakan kedinin anlamı ise muğlak: kötülük ve cadılığı çağrıştırmakla beraber büyük olasılıkla erotik zevkleri sembolize ediyor.

The Luncheon on the Grass: Edouard Manet’in 1863 tarihli tablosu Reddedilenler Salonu’nda sergilenen yapıtlar arasında en büyük skandala yol açan tablo oldu ve daha sonra modern sanatın dönüm noktalarından birini simgeleyen yapıt olarak nitelendirildi. Eleştirmenleri kızdırmasında kullanılan tekniğin de payı olsa da asıl sorun ahlaka aykırı görünme konusuydu. Tabloda iki genç adamın, hafifmeşrep olduğu kanısına varılan iki genç kadınla arkadaşlıkları görülür. Kadınlardan biri Victorine Meurent’tir ve doğrudan izleyiciye olan bakışı sahneye istenmeyen bir katılım davetine yol açıyordur.

The Starry Night Over the Rhone: Vincent van Gogh’un 1888 tarihli tablosu. Sanatçının en sevdiğim eseri sanırım. Ne zaman baksam hayal kurmaktan kendimi alamam. Işığın yansımasını en tatlı anlatan eserlerden biri Rhone Üzerinde Yıldızlı Geceler.
Van Gogh’un Otoportre, Tarlada Dinlenen Köylüler, Arles’daki Yatak Odası ‘da yine aynı odada görebileceğiniz eserler.

Nymphéas Bleus: Mavi Nilüferler, Claude Monet’in son 30 yılında küçük dairesinin bahçesinde yaptığı 250 adet Nilüfer tablosundan yalnızca biri. Monet, İzlenimcilik akımının en önemli liderlerinden biri. Ve tabii onu açık havada resim yapmaya teşvik eden Eugène Boudin olmasaydı belki de Monet stüdyosunda resim yapmaya devam edecekti. Öyle ki; en çok etkilenen, kendini geliştiren ve tarzını her seferinde genişleten ressamlardan biri kendisidir bana kalırsa. En popüler olanları bir kenara bırakırsak, çok çeşitli eserleri buna bir örnektir.

Son olarak Orsay Müzesi’ni bir diğer ünsüz ama etkileyici tablo ile kapatmak isterim. William Bouguereau’nun 1902 yılında yaptığı mitolojik yağlıboya tablo, Les Oréades. Bunlar; geyikleri ve yırtıcı kuşları oklarıyla avlamak için dışarı çıkan dağ perileri. Şafağın gelişiyle beraber gökyüzüne, yani kendi krallıklarına dönerken onlara şaşkınlıkla bakan üç geyik resmedilmiş. Orsay’ın hayatıma kattığı en şiirsel tablo olmuştur.

GUSTAVE MOREAU MÜZESİ

Paris’in 9.bölgesinde, Sembolist ressam Gustave Moreau’nun eserlerine adanmış bir sanat müzesi var. Burası ilk zaman sanatçının eviyken sonradan stüdyoya ve en sonunda müzeye dönüştürülmüş. İlk katında Moreau ve ailesine ait kişisel eşyalar bulunuyor. Çok yüksek duvarlar, sanatçının çoğu yarım kalmış yağlıboya ve suluboya eseriyle dolu. Zaten Moreau genellikle birçok resmini hep yarım bırakmış. Evi müzeye dönüştürme fikrinden sonra çoğunu tamamlamaya çalışmış ama yine de yarım kalan bir sürü çizim görebiliyorsunuz.
Resimlerini satmakla ilgilenmemiş, hatta çoğunu sergilememiş sanatçının evinin en üst katındaki stüdyoya, etkileyici spiral bir merdivenle çıkıyorsunuz. Fotoğraf çekmenin yasak olduğu müzede sahip olduğum tek fotoğraf bu güzel merdivene ait. Eserlerini satmaması elbette mimar bir babaya sahip olmasıyla tuzunun kuru olduğunu gösteriyor. 😉

Dönemsel olarak bazı özel sergileri de oluyor. Biz, Moreau’nun La Fontain Masalları için yaptığı suluboya çalışmalarına denk geldik. 35 adet çalışmanın hepsine hayran kaldık. Boyaların rengini ve canlılığını 21.yüzyılda bu derece koruyor olmasına ayrıca şaşırdık. Müzeden ayrılmadan önce La Fontain için yaptığı suluboya çalışmalarından bir kopyayı ve etkileyici spiral merdivenlerin posterini satın aldık.

Eğer küçük, dopdolu ve başlı başına sanat dolu bu müzeyi ziyaret etmek isterseniz, burayı Mortmartre’ye çıkarken planınıza ekleyin.

Son olarak; Paris’ten dönmeden önce herhangi bir markete girip bavula atmak için biraz ucuz şarap alın. Açtığınızda tadına, kalitesine hayran kalacaksınız. Seçeceğiniz herhangi bir Fransız şarabının kötü olması düşük bir ihtimal.
Ayrıca kuzeydeki Normandiya bölgesinde 18. yüzyılda üretilmeye başlanmış meşhur fransız küflü peyniri Camembert veya Rocamadour isimli keçi peyniri de Fransa’dan dönerken alınabilecek şeylerin en başında geliyor. Camembert yoğun kıvamlı ve alışılmadık kokulu geliyorsa, onu bir de ekşi mayalı ekmeğin içinde tost olarak tüketin. Tabii yanında bir kadeh Fransız şarabıyla..

KAJU GREEN ECO LODGE

Kaju Green; etrafında kanalların, nehirlerin aktığı hindistancevizi plantasyonunun tam ortasında konumlanmış 7 adet bungalovu olan bir Ekolojik Otel. Sri Lanka’nın Kuş ve Yaban Hayatı Koruma Alanı olan Eluwil’nın hemen bitişiğindedir. En değerli özelliği, çevresel ayak izinizi en aza indirmeye odaklanmış olması. Burada doğal yaşamdan kopmadan tasarlanmış basit ama kaliteli bungalovda doğal ışık ve hava akımı en verimli şekilde kullanılmış.

İyileşmek, gençleşmek ve zihni temizlemek için tüm olanakları sağlayan bu huzur dolu otelde bedeni canlandırmak için özel yoga dersleri oluşturulmuş. Ayrıca vejetaryen bir mutfak kurulmuş. Çatal-kaşık koleksiyonundan servis edilen toprak tabaklara herşey doğal melzemelerden seçilmiş. Sunulan menü sürdürülebilirlik için yerel malzemelerden oluşuyor. Mesela; Jackfruit ile bir kaç farklı yemek yedik. Tatlıda da tuzluda da bu meyveyi kullanıyorlar. Çünkü mevsiminde ve yerel.

Ayrıca; Sri Lanka ile ilgili ayrıntılı gezi yazısı için buraya tıklayabilirsiniz.

Kaju Green ‘de Konaklama

Kaju Green ‘de oda rezervasyonu yaparken, iki seçenek sunuluyor. Biri konaklama, akşam yemeği, öğlen yemeği, atıştırmalıklar ve sınırsız içeceğin dahil olduğu seçenek, diğeri sadece kahvaltı ve konaklamayı kapsayan seçenek. Kesinlikle her şeyin dahi edildiği ilk seçenek seçilmeli. Kendinizi hiç yormadan odanızın, onlarca hindistan cevizi ağaçlarının sizi misafir ettiği bahçenin, eşsiz keyifli havuzun ve buram buram mis kokan kahvelerinin tadını çıkarın!

Kaju Green Banyo

Otelin küçük ziyaretçilerinden tedirgin olabilirsiniz. Bu dört ayaklı sürüngenlerin tek isteği en az sizin kadar güneşin tadını çıkartmak! Onlara bir şans verin, biraz yaklaşıp doğanın bu itici bulunan mucizesinin aslında ne kadar mükemmel olduğunu farkedin.

Odalar, beton ve saz birleşimi, çatının etrafı açık. Böylelikle Kaju Green ‘de doğadan kopmadan odanızda vakit geçirebiliyorsunuz. Banyo ve tuvalet için de aynı şey geçerli. İçerideyken, dışarıda gezinen hayvanların siluetini görebilir, seslerine karşılık verebilirsiniz. Aklınıza sivrisinekler geliyorsa, odada elektriğe takılan bir kovucu ve banyoda vucudunuza sürmeniz için bir losyon var. Tamamen doğal içerikli ve işe yarıyor.

Yatağımızın yanı başındaki kulak tıpalarının sebebini ise son gün anlıyoruz. Kuşlar! Sabahları sizi uykunuzdan uyandıran o çeşit çeşit esen kuşların seslerini duymak istemeyenler, kulaklarını tıkasın. :))

Başımızın üzerindeki çatının kenarlarının tamamen açık olduğunu gördüğümde tedirginlikle karışık bir heyecan duydum. Hayatımda ilk defa yarı açık bir otelde beş tam gün geçirecektim. Çadırda konaklarken bile böylesi hissetmemiştim. İlk gün harikaydı. Doğanın, sessizliğin içinde kaybolmuş şaşkınlığımızı gizlemeye çalışmadan olanaklarımızın tadını çıkarttık.

İkinci gece, akşam yemeği vaktinde biraz yağmur yağmaya başladı. Gereksiz aydınlatmalardan tamamen arınmış olan bu otelde, odamızdan restorana gidene dek kullandığımız el fenerinin azalmış ışığını kontrol ettik. Devasal büyüklükteki şemsiyenin altına iki kişi rahatça sığdık ve şıpıdık terliklerimizle restoran alanına yürüdük. Günün menüsü, her zamanki gibi lezzetli vejetaryen lezzetlerle doluydu. Karnımızı iyice doyurduk ve son dokunuş olan o güzelim ev yapımı dondurmayı mideye indirdik.

Artık yağmur öncekinden daha hızlıydı. Eve, tüm bedenimizi koruyan zırhımızı açarak ve koşarak gittik. Burada akşam yemeğinden sonra yapacak pek bir şey yok. Hafif bir müzik eşliğinde ya karanlığı dinleyeceksiniz, ya da erkenden uyuyacaksınız. Biz genelde, güne ayak uydurup, erken uyanmayı seçenlerdeniz.

Burada da Bali’de olduğu gibi gün doğduğunda çeşitli meditasyon veya ibadet uygulamaları var. Gün doğumuyla yakın civardan incecik duyulan sesleri bastıran kuş cıvıltıları güne erkenden başlama hissini kamçılıyor. Ama doğa, o gece hiç de sevimli olmayan ve hayatımdaki en büyük tedirginliklerden birini yaşattı bana. Şiddetli yağmur, tepemizde patlayan şimşekler, çarpışan bulutların sesleri, Ali ve beni yatağın orta yerinde buluşturup birbirimize hiç olmadığı kadar sarılmamıza sebep oldu. Etraf öyle karanlık ki, dışarıda kopan kıyametin boyutunu ancak kulağımızda patlayan seslerden anlayabiliyorduk. Hava korkunçtu. Eminim sabah balkonumda rastladığım o sevimli sincap da oldukça korkmuştur. Üzerimizi örten saz çatı uçacak, dakikada 2-3 kere çakan şimşeklerden biri odamıza isabet edecek ve Sri Lanka’nın güneyindeki bu ormanın ortasında öleceğiz. Hamile halimle bu kadar heyecan bana çok!

Öyle ya da böyle bir şekilde uyumayı başardık, belki de kendimizi sıkmaktan yorgun düştük demek daha doğru. Günün ilk ışıklarında kulağıma gelen kuşun cıvıltısı öyle romantikti ki, gece yaşadığım her şeyin kötü bir kabus olduğunu düşündürdü.

Uyanıp, etrafıma baktım. Cibinliğin hemen arkasında bir yerde saklanmış olmalıydı. Belki de o da geceden korkmuştu. Yatağın tepesindeki pervanelerin kanatlarında da değildi. İnce saz duvarlar içeriye ışık ve temiz hava üflerken, bir aşağı bir yukarı zıplayan minik ama güzel sesli kuşun siluetini gördüm. Sürgüyü açtığımda dışarıda hayat her zamanki gibiydi. Her şey yerli yerinde. Güneş, palmiyelerin yapraklarına şekilli gölgeler oluşturup, yeryüzünü ısıtmış, tonlarca yağan yağmur sularını kurutmuştu. Gece yaşanan her korku dolu an, büyük bir heyecan olarak eskide kalmıştı bile.

SRI LANKA GEZİ REHBERİ

Coğrafi konumu ve uzun süren ölümlü olaylar sebebiyle Hindistan’ın göz yaşları olarak bilinir Sri Lanka. Öylesine yeşil olan bu adanın göz yaşı olarak nitelendirilmesini halen anlamış değilim. Bana göre burası için filler ülkesi demek daha uygun olacak. Başkent dışına çıktığınız anda bu büyüleyici yaratıklarla ne zaman ve nerede karşılaşacağınız belirsizdir. Şimdi, Bir Yusufçuk Havalandı ile Sri Lanka Gezi Rehberi’ne giriş yapalım.

SRİ LANKA’DA ULAŞIM

Havaalanı Kolombo’nun içinde değil. Şehre 33km mesafede. Taksilerle pazarlık yapmanız halinde $25 civarı ödeyerek veya Tuktukla $13-15 (1500) LKR ödeyerek Colombo’ya ulaşabiliyorsunuz. Peki biz ne yaptık?

Başkent Kolombo’daki Bandaranayake Havaalanı’na indiğimizde otelimizin gönderdiği taksici bizi karşıladı. Bin pişman olmak deyiminin karşılığı Sri Lanka’da uzak mesafe taksi kullanmak! Hamilelik olmasa bunu kesinlikle yapmazdık. Şehirlerarası yol ne kadar küçük olabilir diye düşünerek ve daha rahat ulaşım fikri ile verilmiş yanlış bir karardı bu.

Yollar korkunç ötesi. Başkent Kolombo’dan Kandy’deki otelimize varana kadar midem boğazıma düğümlendi. Bu ülkede trafik kuralı diye birşey yok diye düşünüyorum. Şöyle anlatayım; yollar iki şeritli. Geliş ve gidiş. Ortada görünmeyen ama tüm şöförlerin kullandığı hayali bir şerit daha var. Ve ilk müsait anda bu şerit kullanılıp yola devam ediliyor. Öndekini geçmek için karşıdan gelen otobüsün uzaklığı hesaplanmadan hayali şeride geçip neyseki son anda olması gereken şeride sokuluyor araba. Böyle olunca da trafik ışıkları, trafik kargaşası, motorsikletliler, otobüslerin hızı… Kornalar, kornalar, kornalar derken otele varana kadar üstümüzden filler geçmişti.

Alternatifi nedir? Tren… Mis gibi tren kardeşim. Al birinci sınıf biletini, paşalar gibi manzarayı izleye izleye git gideceğin yere. İstasyondan da bir tuktuk tut. Oldu bitti.

Trenler ile ilgili tüm bilgiye http://colombofort.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Tabii her tren manzara eşliğinde seyahat için uygun değil. Birinci sınıf seçeneği olmayan trenlerde pislikten hastalanabilir, adeta bir japon trene binme deneyimi yaşayabilir, ensenizde bir nefesle kilometrelerce yol gidebilirsiniz. Mesela ben ikinci sınıf tren biletim elimde, 2 saati ayakta 1 saati de oturarak olmak üzere 3 saat yol gittim. Vardığımızda neredeyse kendimi çamaşır suyu ile yıkayacaktım. Antibakteriyel spreyim bu trende dibini buldu.

Şimdi aslında eski yazılarımdan farklı olarak Sri Lanka Gezi yazısını yazmamdaki esas amaçtan bahsedeyim. Konumuz; hamileyken uzak doğu tatili yapılır mı?

Hamileyken Sri Lanka Gezi tatili nasıl olur?

Muhtemelen hepinizin aklına ilk Zika virüsü gibi tehlikeler gelmiştir. Başta sivrisinekler ve diğer hayvanlardan bulaşan hastalıklar, uzak doğu yemekleri, hijyen ve diğer birçok konu kafalarda soru işareti bırakıyor olabilir. Özellikle hamilelik döneminde anne-babanın aşırı hassas tavrıyla birleşince uzak doğu uzak kalmaya devam ediyor. Bence eğer yeterince araştırıp bilgi edinir, evhamlı söylemlere kulak tıkar, keşfetme arzumuzu bebek sahibi olma heyecanıyla baskılamazsak uzak doğu tatili neden olmasın?

Biz Sri Lankaya gelmeden önce zika virüsü ile ilgili bir araştırma yapmıştık. Sri Lanka’da bulunmadığını öğrenmiş ancak yine de kırsal bölgelerden (köyler) uzak kalacak şekilde bir planlama yapmıştık. Hamileliğim biraz zorlu geçmesine rağmen aynı heyecanla hazırlık yapabilmek harika. Normalde uzak doğu yemeklerine hayranım ve şimdiye dek hiçbir yerde yemek sıkıntısı çekmedim. Ancak şimdi durumlar farklı ve midem, benim tanıdığım midem gibi değil! :)) Bunu bildiğim için yanıma zor zamanlar için atıştıracak birkaç şey aldım. Bunların en başında nedense zeytin var! :))

Sri Lanka kahvaltısı tek kelime ile; korkunç! Yani bizim çeşit çeşit peynirlerimiz, zeytinlerimiz, sucuklu yumurtamızın yanında masada sadece 2-3 çeşit meyve görmek özellikle hamilelikte büyük hüsran. Neyseki kızarmış ekmek ve tereyağ var. Yanında da bir fincan Sri Lanka çayı. İşte burada yanımda getirdiklerim çok işe yaradı ve odaya geldiğimde yanımda getirdiğim zeytinleri büyük bir açlıkla yedim. Öyle çok yiyormuşum ki, Ali her seferinde arta kalan çekirdeklerimi sayıyordu. :)) Hamilelik işte…

Bir Fil’e Banyo Yaptırmak

Başka bir konuya gelirsek günlük yaşantımda haşır neşir olmadığım hayvanlarla bir arada olmak, onlara dokunmak bana farklı ve çoğu kez iyi gelen bir diğer konu. Maymunlar, filler, onlarca çeşit güzel öten kuş, etrafta sürünen irili ufaklı ejderler ve bol booool sivrisinek.
Daha önce hiç bir file banyo yaptırmamıştım. Suya yayılmış devasal bir hayvanın sırtını elimde tuttuğum bir hindistan cevizi kabuğunun lifleri ile ovalarken içimde fırtınalar kopuyordu. Ben fırçaladıkça onun zevk aldığını hissetsem de, aralıklarla havaya kalkıp suya inen güçlü hortumunu takip etmeden yapamadım.

Bir fili nehirde yıkadım.

Seyahatin diğer yarısını kapsayan Galle şehrinde konakladığımız Ekolojik otel. Çeşitli kuş sesleri ile uyanmanın rahatlatıcı ve huzur dolu etkisini hala unutmuyorum. Unutmadığım bir diğer şeye gelecek olursak; sivrisineklerin korkutucu büyüklüğüdür. Ben hayatımda böyle kocaman kan emiciler görmedim. Saati geldiğinde pes etmeden saldırıyorlar. Kırsalda tüm etkinliklerimizi sineklerin çıkış saatine göre yaptık diyebilirim. Öyle rahatsız olduk. Mesela alttaki fotoğrafta içimden kötü kelimeler geçiriyorumdur. :)))

Peki ne gibi önlemler aldık? Kimyasal sinek kovucular kullanamadığım için en bilinen çözüm citronella yağından yapılan doğan sinek kovucu kremdi. Sri Lanka’da yetişen bitkilerin tanıtıldığı ve onlardan elde edilen ürünlerin satıldığı bir bahçeden bu kremi bulup aldım. Sahilde, yemekte, kahvaltıda… Her daim yanımdan ayırmadım 🙂 Birçok fotoğrafta bu kremi sürerken kameralara yakalanışım bu sebepten. :)))

SRİ LANKA ÇAYI

Hamileyken çay ve kahve tüketimine dikkat etmek gerektiğini biliyorum. Ancak çayın ülkesine gelmişken elimden gelenin en iyisini yapmam gerektiğinin de farkındayım. Hemen o tazecik yapraklardan demlenmiş çay dolu fincanı elinden bırak ve biraz daha su iç Tuğçe!

Tavsiye: Sri Lanka’ya kadar yol katetmiş ve çay sever birinin mutlaka yapması gerekenlerden biri Nuwara Eliya’da çay tarlalarını ziyaret etmek! Bunun en popüler yolu; Kandy’den başlayıp güneye doğru inen mavi trene binmek. Hem dünyanın en güzel manzaralarına sahip yolda unutamayacağınız bir tren seyahati yapıp hem de birçok şehir görebilirsiniz. Nuwara Eliya turistik bir aktivite gibi gelebilir. Yabancıların bu şehre ilgisi büyük. Ancak dünyanın en iyi çaylarının doğduğu yeri kendi gözlerinizle görmenin turistik aktivite dışındaki heyecanı da çok güzel.

KANDY

Adanın orta yerinde konumlanan eski başkent Kandy, Sri Lanka’nın sadece palmiye dolu sahillerinden ibaret olmadığını bize gösteriyor. Yerel yaşamı iliklerinize kadar hissettiren bir şehir. Şehirde dolaşan erkeklerin neredeyse hepsinin üzerinde sari denen etek biçiminde kumaş, parmak arası terlik ve bazen de tişört görürsünüz. Kadınlar ise baştan aşağı renkli kumaşlar ve yine parmak arası terlik giymişlerdir.

Kendimi bir süre Hindistan’da hissetmem yerel halkın bu kıyafetlerle günlük hayatlarında dolaşıyor olmasından çok, etrafın bakımsız ve kirli görüntüsünden olsa gerek. Burası Sri Lanka’nın kalbinin attığı yer. Yerel pazarları buram buram et, baharat, meyve ve hatta hayvan yemi kokuyor. En popüler olanı Kandy Municipal Central Market. Hamile veya midesi hassas birinin bu üzeri kapalı pazarlara asla girmemesini öneririm. Aksi şekilde kendinizi dışarıya öğürerek atabilirsiniz.

Kandy Market

Kandy’de görülecek birkaç şey var. Bunların başında Kandy Gölü geliyor. Şehrin birçok yerinden görülebilen yapay gölün etrafında dolaşmak biraz romantik olsa da bundan geri kalmayın. Ayrıca konaklama için bu göl etrafındaki otelleri tercih ederseniz merkezi gezmek açısından iyi bir seçim olur.
Kutsal Diş Tapınağı; şehirde görülmesi gereken bir diğer nokta. Efsaneye göre Buda’nın dişinin kalıntılarının burada olduğu söyleniyor.
Kraliyet Botanik Bahçeleri bitki severlerin asla kaçırmaması gereken bir rota. 147 dönümlük bir alanı kaplayan, içinde bir orkide bahçesi ve beş binden fazla bitki ve ağaç çeşitliliğini kapsayan park. Zamanınızın çoğunu alabilir. İçeride bir şeyler atıştırıp içebileceğiniz restoranlar da var. Evde yetiştirdiğim birkaç çeşit bitki türünü bir yol boyunca dizili olduğunu gördüğümde zevkten dört köşe olmuştum :))

Arthur’s Seat; Kraliyet Sarayı’nın hemen yanında bir gözetleme noktası. Şehri panoramik izlemeyi sevenler için en doğru yer burası.

Kandy’de yapılabilecek bir diğer aktivite ise çay fabrikasını gezmek. Yerel kıyafetler içindeki bayanlar çayın tarihiyle başlayan ve paketlemeye kadar devam eden tüm aşamaları anlatıyorlar. Tek tek her bölümü geziyorsunuz. Yine hamilelik yüzünden içerideki sıcaklık ve koku beni oldukça rahatsız etmişti. Buram buram taze çay bitkisi kokuyordu. Ayrıca sıcaklık sanırım 50 derece falandı :))

Çay Fabrikası, Sri Lanka

Kandy’de yeme içme üzerine çok özel şeyler beklemek yerine lokal yiyeceklere hazırlıklı olun. Sri Lanka Gezi Rehberi’nde özellikle yeme-içme diye ayrı bir bölüm oluşturmadım. Sebebi, bunu tarifleyecek kadar çok yerel lezzet tatmamış olmamdı. (Hamilelik)

Hamileliği riske atacak herhangi bir şeyden dolayı değil, midemin yeni yiyecekleri kabul edememesi yüzündendi. Continantal Food ararsanız da çok iyi şeylere ulaşamıyorsunuz. Bol baharatlı ve acılı şöyle bir tepsi mutlaka denemeniz gereken şey olsa da asıl olmazsa olmazı şimdi size anlatacağım.

Empire Cafe, Kandy

Kotti Roti

Kotti Roti, Sri Lanka’nın en popüler sokak yemeğidir. Roti, yumurta, tavuk, et, havuç ve diğer sebzelerin kombinasyonu ile oluşturulmuş bir lezzet harikası.
Roti, hindistan cevizi unu ve yağıyla yapılmış bir çeşit hamur. Kotti ise Rotiyi pişirirken aşçının incecik doğrayıp sebze ve köri ile birleştirdiği hali. Aslında bu yemeğin ortaya çıkışı artan malzemeleri değerlendirmekmiş. İlk öğrendiğimde sipariş ederken acaba burada da arta kalmış malzemeler mi kullanılmıştır diye düşünmedim değil. :)))
Her ülkenin sokak yemeklerini deneyimleme kuralımız burada da geçerliydi ve Unawatuna’da sıradan bir sokak restoranında bu yemeği deneyimledik. Tabii ki geçmişteki gibi arta kalan malzemelerden yapılmamıştı. Nefisti!!
Kotti Roti, sokak yemekleri sıralamamda baş sıralarda olabilir.

Kotti Roti, Unawatuna

PİNNAWALA FİL YETİMHANESİ

Dünyadaki ilk ve tek fil yetimhanesi başkent Colombo’ya 112 km uzaklıktaki Rambukkana kentinde yer alıyor. Ulaşım tren, otobüsler ve özel araç ile sağlanabilir. Ama asla tuktuk ile gitmeyin. Burası için biraz uzak bir mesafe.
Burası 1975’te anneleri tarafından terk edilmiş 5 adet fil yavrusunun getirilmesi ile oluşturulmuş. Zamanla fillerin sayısı artmış. Bakıcıların bebek filleri sütle beslediği ve isteyen turistlerin de bazı fillerin bakımını üstlenebileceği bu kuruluşun masraflarını Botanik Bahçeleri ve Sayfiye Alanları Bakanlığı karşılıyormuş.
Turistlerin en çok fotoğrafladığı kareler fillerin nehirde yıkanmaları ve oynamaları oluyor. Bu çok tatlı olsa da içimdeki şüphe ve tedirginlik yüzünden bunca turist ağırlayan bu parkı son anda ziyaret etmekten kaçındım. Oysa ki Sri Lanka’ya gelme amaçlarımdan biri bu yetimhaneyi görmekti. Son anda bir karar değişikliği ile tamamen doğal bir ortamda yaşayan, otlayan, yıkanan birkaç filin barındığı bir alana gittik.
Üst tarafta bahsettiğim ”bir file banyo yaptırmak” aktivitesi burada gerçekleşti.

GALLE

Kandy’den Kolombo’ya birinci sınıf trenle geldik. Ama Kolombo’dan Galle’e birinci sınıf seçenek olmadığı için ikinci sınıf bilet aldık. 125 km’lik yol için bilete yaklaşık 5-6 tl verip sevinince her şey yolunda sandık. Meğer iş çıkışı Zincirlikuyu metrobüs kargaşası bizi bekliyormuş. İnanın kaşınan burnumu kaşıyamadan (çünkü kollarımı kaldıracak boşluğu bulamadım) 2 saat, ayakta yol gittim. Farklı şehirlerde ve duraklarda biraz biraz boşaldıkça hamile olduğumu fark eden bir bey bana koltuğunu verdi sağolsun. Kalan yolu, başka şartlarda asla oturmayacağım kadar pis bir koltukta 1 saat oturarak gittim. Yani demem o ki bilet alırken farklı durumlara hazırlıklı olun.

Galle; Sri Lanka’nın Bodrum’u gibi bir şey. Güneyde kalıyor ve harika plajları var. En popüler olanı Unawatuna Beach. Güzel plajları dışında şehirde kolonyal bir yapı hakim. Güzel binalar, şirin butikler, fotoğraflık ve lezzetli yiyecekler sunan cafeleri var. Görülmesi gereken ilk yer ise, deniz feneri. Burası turistlerin fotoğraf çekmeyi asla atlamadığı yer. Bizim de… :))

Galle Fort, yürüyerek gezmek çok kolay. Zaten küçücük bir yer. Ama otelimiz Unawatuna bölgesinde olduğundan merkeze ulaşmak için tuktuk kullandık. Burada önemli olan şey; tuktuku bulup gideceğiniz yeri önceden söyleyerek fiyatta anlaşmak. Sürpriz olmasın. Unawatuna’dan Galle Fort Lighthouse’a mesafe yaklaşık 7 km. Tuktuka ödediğimiz para ise 20 TL.

Deniz fenerinde fotoğraf çektikten sonra hemen az ileride Zaviya Ummul Fuqarah var. Şehirdeki en büyük camii. Camii’yi geçtikten sonra aynı sokaktan yukarı doğru devam edin. Solda şehrin popüler cafelerinden Calorie Counter ve sağda The Heritage Cafe’yi göreceksiniz. İkisi de oturup bir şeyler içmek için harika. Şehrin kolonyal yapısı kafelere de yansımış, aralarında dolaşırken kendimizi Küba’daymış gibi hissedip mutlu olduk. :)) Eğer giderseniz, Heritage Cafe’nin hemen önündeki beyaz klasikte benim için de bir fotoğraf çektirmeyi unutmayın.

Heritage Cafe

PONNİE’S KİTCHEN

Buradan sağa döndüğünüzde butikler, şallar, takılar hatta tabloların satıldığı birçok dükkana ulaşacaksınız. Sola dönerseniz inanılmaz lezzetli şeylerin tabaklandığı, güzel içeceklerin yapıldığı içinde balıkların yüzdüğü bir süs havuzu bulunduran avludaki Ponnie’s Kitchen’a ulaşırsınız. Bence buraya girmek zorundasınız :)) Girişi bir galeri ve tasarım ürünlerin satıldığı bir butiğin girişi aslında. Sonra nerede bu cafe diye aramayın. Önce butiğe girin, hemen arka kapısında avluya geçin.

Çeşit çeşit sağlıklı kaseler, kombuchalı içecekler, muhteşem tatlılar ve harika sunumları var. Yiyecekler tazecik ve ferah. Duvarlarında tatlı mottolar asılı ve içinde koi balıkların yüzdüğü süs havuzu çok havalı. İnstagrammercıların cenneti olmalı. :))

UNAWATUNA BEACH

Galle; Sri Lanka’nın Bodrum’u gibi birşey. Güneyde kalıyor ve harika plajları var. En popüler olanı Unawatuna Beach. Altın sarısı incecik kumlarının üzerine uzanan büyük boylu palmiyelerin altında güneşlenirken ”şu hindistan cevizleri kafamıza düşse beynimiz patlar”ı düşünmeden edemiyorsunuz. :)) Kumsalda güneşlenirken sri lanka üretimi şal, pareo satan kadınlar hemen önünüzde birbirinden güzel ürünlerini sergileyecekler. Pazarlık yapmayı atlamayın.

Otel seçimini kesinlikle Unawatuna Bölgesinden yapmalısınız. Buradaki otellerin çoğu iyi. Kesenize uygun bol seçenek var. Ayrıca sahilde bir otel tercih etmeseniz de otellerin şezlonglarını kullanabilirsiniz. Tabii kibarlık edip bir şeyler içerseniz iyi olur. :))

FRENCH LOTUS (Butik Otel)

Bizim kaldığımız otel tabiri caizse tam bir ”bohemian” dı. Fransız bir yoga girl’ün işletmeciliğini yaptığı yerden inanılmaz keyif aldık. Hem sahile yürüme mesafesindeydi hem de uygundu. Evimizde gibi rahat ettik. Odamız, kahvaltı, ortak alan, bahçe çok keyifliydi. Plaja gitmek için yürüdüğümüz palmiyeli yolda bir iki bakkal vardı. Bu gezi de her gün tazecik koparılmış muzlar Sri Lanka da bizim için en iyi ara öğün oldu.

French Lotus’da kahvaltı
French Lotus’da odamızın önünde.

Bu arada Sri Lanka’da yaptığımız en iyi kahvaltı da buradaydı. Tazecik, zevkle hazırlanmış. Otelin aynı zamanda üretimini kendilerinin yaptığı zevkli bir butiği de var. Eğer incelemek isterseniz linkini bırakıyorum.
https://frenchlotus-unawatuna.com/

Buradaki en tatlı şeylerden birini daha söyleyeyim size. Made in Ceylon adında çok şeker bir dükkan var. Hediyelik eşyalar, oyuncaklar, defterler, çeşitli taşlardan yapılmış takılar, kartlar, çeşit çeşit dream catcher, el yapımı çantalar. Gittiğim her yerden kağıt üzerine mutlaka bir şeyler aldığım için yine bazı defterler dikkatimi çekti. Sonra bunların nasıl üretildiğini duyunca küçük bir şok yaşadım. Geri dönüşümün alası! Kağıtların tümü geri dönüştürülmüş fil dışkısından elde edilmiş. Böyle bir ürünü elinize aldığınızda yaptığınız ilk şey, koklamak oluyor. :))

KAJU GREEN ECO LODGES

Hayatımda kaldığım en ekolojik otel, bu Sri Lanka Gezi sindeydi. Burada arkamızda tonlarca karbon izi bırakmadan keyifle 5 gün geçirdik. Bahsedecek çok şey var. Kahvaltıdan akşam yemeğine vegan menü çıkartıyor. Sürdürülebilir malzemelerle yapılmış, kendi tarzlarına uygun tabakları, kaşık ve çatalları ile aşırı lezzetli akşam yemekleri unutamayacaklarım arasında. İlgili bir Kaju Green yazısı ve youtube’da videosu var. İzlemek isteyenleri aşağıya alalım.

DELAWELLA BEACH

Kaju Green’de kaldığımızda bu plaja servisi vardı. Dolayısıyla ulaşmak için ekstra uğraşmadık. Bir Sri Lanka Gezi sinde nerede kalırsanız kalın ama bu plaja gelip bir instagram fotoğrafı çekin. Aşırı fotojenik, incecik kumları ve harika görünümü olan bir plaj.

WİJAYA (DELAWELLA BEACH)

Delawella’daki kayada instagram fotoğrafınızı çektikten sonra kumsalın devamına (doğuya) doğru yürüdüğünüzde başka bir fotoğraf alanına ulaşacaksınız. :))) Burası palmiyenin en tepesine bağlanmış bir halata ayağınızı geçirip okyanusun üzerine doğru sallanma noktası :))) Ama sanırım hemen arkasındaki otele ait. İzin isteyip kullanabilirsiniz :)))

Bu plajlarda kumlara şezlong atan otellerden yok. Yanınıza kuma sermek için bir şeyler alın ve güneşin tadını çıkartın. Eğer isterseniz bazı otellerin barlarında şezlong var. Burada bir yer bulup yeme içme karşılığında dinlenebilirsiniz. Ayrıca plajlara gelirken şapka ve güneş koruyucunuzu yanınıza almayı unutmayın. Yoksa tropikal kokteyl kıvamında çarpılabilirsiniz :))

Son olarak, deniz pürüzsüz, su sıcak ve duru. Ancak diğer çoğu tropikal ülkelerdeki gibi denizde yüzmek heyecansız. Biraz dalgalı ve fazla sıcak. Nerede bizim Akdenizimiz, Egemiz… Nerede Sri Lanka’nın hayal kumsallarının sıcak denizleri? :)))

KİNOA SALATASI, GREYFURT VE PEYNİR İLE

Kısırın yerini tutmazcılar için söylüyorum; kimse sizin bulgurunuza laf söylemiyor, kısırınızı elinizden almıyor! İstediğiniz kadar sevebilir, yiyebilirsiniz. :)) Ama bir de evin havalısı olarak görülen kinoa’ya şans tanıyın derim. Popülerliği son yıllarda artmış görünse de tarihi taa İnkalara kadar dayanıyor. Yüksek protein içermesi, lif ve mineral zengini olması, hele bir de bulgur gibi şişirmemesi var ya, onu baş tacı bile yapabilir. Benim en çok tükettiğim şekil Kinoa Salatası şeklinde olanı olsa da bunu çeşitlendirmek mümkün. Ben bu tarifi kışa uyarladım ve besleyici özelliği tavan yapan bir reçete oluşturdum.

Her kış olduğu gibi yine salgın bir hastalık var sokaklarda. Özellikle çocukların kalabalık olduğu ortamlardan zincirleme dağılan virüsün çokça dokunulan yerlerde (kapı kolu, masa) 8 saate kadar canlı kalabildiği bilinmekte. Ayrıca kapalı bir ortamda öksüren, hapşıran daha normali nefes alan enfekte kişilerin bulaştırdığı virüs havada da uzun bir süre asılı kalabiliyor. Aynı ortamdaki havayı solumaya maruz kalan kişiye bulaştığında ise belirtileri 3-7 gün içinde görülebiliyor. Unutulmaması gereken ilk şey; bu virüsün antibiyotikle tedavi edilmemesi.

Gripten Nasıl Korunuyorum?

Salgın dönemlerinde ben işin daha çok hastalık öncesi tarafına yoğunlaşıp, hastalanmamak için yapılması gerekenleri uygulamaya çalışırım. Genelde işe yarar ancak devamlılığı olmaması halinde boğazıma direkt yapıştığını da iyi hatırlarım. Kendi korunma yöntemlerimizi sıralayacak olursam;

1.Bir kere en korkulmayacak şeyin ”soğuk hava” veya ”üşümek” olduğunu savunabilirim. İnsanlar genelde hava soğuk olduğu için cam açmaz, evini havalandırmaz hatta çoğu çocuklu aileler üşümesinler diye çocuklarını dışarı çıkartmazlar. Bu kısım yapılan ilk hata olur genelde. Çünkü bildiğimiz gibi ”virüs, kapalı ortamlarda havada asılı kalır.”  Bizim evimizde kışın en az 6-8 kez cam açılır.

2. Bir diğeri kesinlikle sıvı tüketimi. Yaz aylarında rahatlıkla içebildiğimiz su kışın bizi zorlayabilir. Bunun için yapılabilecek en güzel şey; kocaman bir sürahiyi su ile doldurup içine sevdiğiniz birkaç aromatiği atmaktır. 2-3 dilim limon, bir çubuk tarçın ve belki bir tutam taze nane. Ben bazen soyduğum portakal kabuklarını atıyorum. Görünümü kötü olsa da aroması suyu rahat içilebilir kılıyor.

3. En önemli maddemiz, C vitamini alımı. Portakalın, mandalinanın, greyfurtun halen çokça üretildiği bir ülkede tablet olarak kullanmanın gereksiz olduğunu savunuyorum. Mahallenin pazarına kışın en çok turunçgiller almak için gitmelisiniz. Her gün aksatmadan yenilen bir porsiyon portakal tüm kış sizin kalkanınız olabilecek güçtedir. Denedik, kendimize ispatladık. Hastalıkları en çok kendine ispatlamak önemli değil midir zaten? Deneyin, sizde ispatlayın. Unutmayın; aksatmadan, her gün düzenli C vitamini!

4. Son olarak; eve girer girmez eller yukarı kuralı var! :)) Gün içinde özellikle metrobüs kullananlar beni daha iyi anlar. Ayakkabıları çıkart, montunu as ve hemen ellerini yıka!

Kinoa Salatası – Bir Yusufcuk Havalandı

Kinoa Salatası, Greyfurt ve Peynir İle – Malzemeler

1,5 çay bardağı Kinoa, yıkanmış ve tercihen 1 saat suda bekletilmiş

5-6 yaprak kıvırcık, doğranmış

1 küçük boy kırmızı soğan, piyazlık doğranmış

1/3 demet karalahana, çok kalın sapları ayıklanmış ve kıyılmış

2-3 salatalık, küp küp doğranmış

Yarım greyfurt, beyaz yerleri ayıklanmış ve küp doğranmış

Eski kaşar, yaklaşık 50 gr

Sosu için;

Çeyrek çay bardağı zeytinyağı

1 çay kaşığı hardal

1 yemek kaşığı nar ekşisi

Birkaç damla limon

tuz

Yapılışı;

Kinoa’yı yaklaşık 2 su bardağı su ile haşlayın. Haşlanırken bir miktar tuz atmayı unutmayın.
Soğanı ve doğranmış karalahana’yı bir tatlı kaşığı zeytinyağında kavurun. Çok öldürmeyin ve ılıtın.
Kıvırcık, salatalık, karalahana, soğan ve kinoayı bir kapta karıştırın.
Sos malzemelerini iyice çırpın ve salataya ekleyin.
Üzerlerine küp doğranmış greyfurt ve peynir parçalarını koyun.
Damak tadınıza göre ekstra nar ekşisi ekleyebilirsiniz.

Afiyet Olsun…

SÜLÜKLÜ GÖL KAMPI

Sık ağaçlı bir ormanın içinde, ıssız bir kumsalın kenarında veya dağın başındaki bir düzlükte… Kamp yapmak bana hep heyecan uyandırmıştır. Ne var ki bu yaşıma kadar bunu hiç deneyimlememiştim. Ali ve ben bir süredir kendimize güzel bir çadır alıp kamp hayatına giriş için ilk adımları atmak istiyorduk. Youtube videoları izleyip, kamp ipuçları blogları okumaktan gına gelmişken sonunda yakın arkadaşlarımız Seval ve Tuna ile ilk kampımızı planladık. Çadır ve uyku tulumları alındı. Sırt çantası hazırlandı ve bir bilinmeze doğru yola çıkıldı. İstikamet; Sülüklü Göl’dü.

İstanbul – Sülüklü Göl arası mesafe yaklaşık 210 km. Yol 3,5 saate yakın sürdü. Sapanca’yı geçtikten bir süre sonra Milli park sınırlarına girdikten sonra yol zorlaşıyor. Toprak yolda ilerlemek biraz zahmetli. Bu yüzden buraya geleceğiniz aracın yüksek olması avantaj sağlayacaktır.

Kamp alanına erken gelmenin çok önemli olduğu bir yer burası. Çünkü düzlük alan az. Eğer siz de bizim gibi uyurken sağa sola kaymamak için çaba sarfetmek istemiyorsanız olabildiğince erken saatte gelip yerinizi belirleyin. Çadırınızı kurun ve ocağınıza çay suyunu koyun. Burada en önemli şey erken gelip yer ayarlamak.

Biz neredeyse öğleye doğru ulaşabildiğimiz için biraz eğimli bir yerde konakladık. Sabah uyandığımda çadırın orta yerinde uyanmıştım :)) Kampçılar ne demek istediğimi anlarlar. Giderken marketten alışveriş yaptık. Yol üstünde odun satan birçok yer vardı. Bir yerden güzel birkaç parça odun aldık. Çadırımızı kurar kurmaz bir kısmımız çalı çırpı bulmaya ormanın içine ilerledi. Bir kısım atıştırmalık şeyler hazırladı. Kamp işi yalnızken veya iki kişiyken güzel olduğu gibi küçük bir grupla gitmenin avantajları büyük. Özellikle çok ıssız bölgelerde size biraz daha güven veriyor kalabalık olmak. Birde bulunduğunuz alan ayı popülasyonu ile ünlüyse, nerede çokluk orada iyilik diyebiliriz. :)))

Sülüklü Göl ‘de Konaklama

Biz Sülüklü Göl ‘e Nisan ortasında gittik ancak gece sıcaklık 2 dereceye kadar düşmüştü. Elbette daha önce 2 derecede hiç dışarıda uyumadığım için donduğumuzu falan sandım. Bir endişe hatta panik atlattıktan sonra biraz da olsa uyumayı başarabildim. Bununla ilgili youtube videosunu yazının en altına ekliyorum. Eğer ilk veya sonbaharda gelecekseniz yanınızda 2-3 derece konfor derecesi olan bir uyku tulumu bulundurun.

Sabah gölden gelen kurbağa sesleri 5:30 gibi başlıyor. Güne erkenden uyanıp çadırınızı araladığınızda harika bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Çadırdan hemen çıkmadan keyif yapmayı unutmayın.

Sülüklü Göl için son olarak size birkaç önerim var;

  • Giderken eksiksiz alışveriş yapın, özellikle su için… En yakın bakkal yaklaşık 45 dakika uzaklıkta olabilir.
  • Odun ayarlamayı unutmayın. Birçok çadır alanının hemen yanında ateş yakmak için yerler var. Ancak geceler oldukça serin olabiliyor. Ateşiniz sönmesin.
  • Varsa yanınıza olta alabilirsiniz. Gölde balık tutmak serbest.
  • Tuvaletler facia! Tuvalet yokmuş gibi hazırlığınızı yapın. (tamamen doğal ortam) :)))
  • 1 günden fazla kalmayın.
  • Yanınızda kireç bulundurun. Çadırın etrafına serperseniz su yılanları veya diğer sürüngenlerden kendinizi koruyabilirsiniz.